HOŞGELDİNİZ


Fotoğrafları büyütmek için üzerine tıklayınız


HAYAT YAŞANTI ARAMAK DEĞİL, KENDİNİ ARAMAKTIR. (C.PAVESE)


1 Mart 2009 Pazar

KIZAK YAPMAYI BİLİYOR MUSUN ?

Erciyes’de kayak yapılan yere yürüyerek gidecektik otelden. İleride insanların büyük heyecanla aşağıya doğru kaydıklarını hem görüyor hem de yaptıkları heyecana ait sesleri uzaktan da duyabiliyorduk. Kayma isteği bizde de vardı ama galiba yeterince motive değildik. Bizim gruptan hiç kimse kaymak istemedi. Kayalım mı ? diye yarı isteksiz bir takım sorular çıkıyordu ağızlardan ama herhalde başkaları da kabul etmese de kaymasak der gibiydi. Kaymayacağımız kesinleşince, teleferikle yukarı çıkanları ve heyecanla aşağı inenleri seyretmeye başladım. Sonra kızaklara gözüm ilişti. Onları görünce, çocukluk yıllarım uzun metrajlı bir film gibi geçti gözümün önünden.

Çocukluğum bir ilçede geçti. Kar yağışlarının bol olduğu yıllardı, o yıllar. Kış ayları; uzun süre kar yağışlarının olduğu ve karın uzun bir süre erimeden kaldığı yıllardı. Kış aylarında bir çocuğun yapabileceği en iyi oyunlar hep karla ilgiliydi.

Durmaksızın kartopu oynardık. Oyunlarımız, karın kıpkırmızı yaptığı suratlar oluncaya kadar devam ederdi. Kartopu oyunu filmlerde izlediğimiz savaşlara çok benzerdi. Kardan kaleler yapardık. İki kale arasında yaklaşık 15- 20 metre kadar mesafe olurdu. Kale yapımı bittikten sonra birbirimize kartopu atarak savaşımızı başlatırdık. Bu öyle bir savaştı ki hem çok yorucu hem de çok keyif vericiydi. Karşı tarafın oyuncularına (ki biz bunlara düşman derdik) ya da düşmana kartopunu isabet ettirmek için çok çaba harcardık. Kartopu en can alıcı yere isabet etmeliydi. Özellikle kafasına değmeliydi. Vücudun alt tarafına değen kartopu çok zarar vermezdi, bu yüzden hep kafaya isabet ettirmek amacıyla atardık. Kalelerin arkasından birbirimize attığımız bu kartopu savaşı, hızımızı kesmez birbirimizin kalelerini ele geçirmeye çalışırdık. Düşmanın kalesine hücum eder, verebileceğimiz kadar zarar verdikten sonra en az zararla ve yakalanmadan kendi kalemize geri dönerdik. Yakalanırsak çok kötü yaparlardı bizi. Eğer geri dönmüşsek kalemize, bu sefer düşmandan gelen hücumları geri püskürtme pozisyonu alırdık. Kalemize onlar zarar vermeye çalışır, bizde hem kendimizi hem de çok değerli olan kalemizi korumaya çalışırdık. Bunu o kadar önemsiyorduk ki bazen yakaladığımız düşman arkadaşları çok kötü hale getirinceye kadar karın içinde tutuyorduk. Kim karşı kaleyi en fazla tahrip ederse o kazanırdı kartopu savaşını. Pes dedirtirdik, hatta önemli anlaşmalar bile hazırlardık.

Bulduğumuz biraz eğimli yer, bizim için kızak pisti oluyordu. Kaymaya uygun herhangi bir nesne çok iyi bir kızak olabiliyordu; bu bazen bir poşet, bazen tahta parçası, bazen naylon bir ayakkabı. Ama en güzeli ve prestijli olanı bir kızağın olmasıydı. O zamanlar; babalarımız elimizden tutarak, elimize de bir kızak vererek, bizi kızak kaymaya götürmüyorlardı. Hatta biz onların haberleri olmasın diye, bunları çok gizli saklı olarak yapmaya çalışırdık. Haberleri olduğunda nelerin olacağı baştan belliydi. Uzun bir nasihat faslı ya da bazen dayak. Çocuksu bu sevincimize neden bu kadar acımasız davranıyorlardı ki ?. O zamanlar anlayamamıştım, düşünüyorum da halen yine anlamsız geliyor. Her neyse kızak yapmak ya da bir kızağa sahip olmak önemli bir olaydı. Abim kendi arkadaş grubu döneminde en iyi kızak yapan kişiydi. Kendisine ve arkadaşlarına çok defa kızak yaptığına şahit olmuştum. Onun yaşıtı ilçeden ayrılıp gittiğinde, kızak yapma işi bizim devreye geçti. Abimden öğrendiğim kızak yapmayı, kendime ve arkadaşlarıma yaptığım kızaklarda uyguluyordum. O zamanlar şimdiki zamanlardaki kadar kızak yapmaya uygun malzeme bulamıyorduk. Yamuk yumuk tahtaları düzeltiyorduk, bazen de meyve kasalarından çıkardığımız tahtaları kullanıyorduk. Kızakta en önemli şey, kara değen kısmın mutlaka metal bir şey olmasıydı. Demircilerden temin etmek çoğu kez mümkün olmuyordu. Onlarda babalarımız gibi kızak yapmamıza kızıyorlardı. Bizde karyola yatakların altında bulunan ince uzun tenekeleri kullanıyorduk. Ama nerede bulacağımız sorunu vardı. Ona da çözüm bulmuştuk. Evde kimse yokken karyola yatakların altındaki bu tenekelerden bir tanesini alıyorduk. Nasıl olsa 15-20 tane daha vardı bir şey olmazdı. Ama her yıl kızak yapınca yataklardaki bu tenekelerin sayısı giderek azalıyordu. En sonunda yatağa yatan kişi kendisini yerde bulabilirdi.

Kızak pisti; bazen bir tarla, bazen de yollardı. En güzeli de yol olanıydı. Daha uzun oluyordu. Yolu kızak pisti yapmanın bir çok zorluğu vardı. Sana kızacak bir yakınınla karşılaşma olasılığın fazlaydı. Evden gizlice aldığın kayma materyalini görme şansları fazlaydı. Yolu çok fazla kaygan yaptığımız için; insanların düşmesine sebep verdiğimizden dolayı kızılan yada küfür yiyen taraf olma ihtimalimiz fazlaydı. Karşıdan aniden karşına çıkan bir arabayla bir tehlike yaşama olasılığın çok fazlaydı. Ama bizimde büyüklere en çok kızdığımız şey neydi biliyor musunuz ?: kapısının önünde kaymamızı istemeyen büyükler, hemen kaydığımız yola sobanın külünü döküyorlardı ya. Bu çok berbat bir şeydi.

Erciyeste gördüğüm kızaklar çok güzel görünüyordu. Renkliydiler, direksiyonları bile vardı. Onları görünce, kendimi çok şanssız hissettim.

Yürüyerek dağın zirvesine doğru gidiyorken; göz ucuyla bu kızaklara ve kayan çocuklara imrenerek bakıyordum. Çocuklardan bir tanesi bana “abi beni itermisin” dedi. Neden? dedim, iyi hızlanmıyor dedi. İttim onu, sonra benim yaptığım kızakların bu yokuşta ne kadar güzel kayacaklarını düşündüm.
Tutmak bile mümkün olmazdı onları.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

ESKİDENDİ O
İnsanların büyük çoğunluğunda eskiye olan bir özlem var. Bunun sebebini gerçekten çok merak ediyorum. Neden insanlar geçmişe bu kadar özlemle bakıyor. İnsan herhalde daha mutlu olduğu günleri özlemle anar. Acaba bir sebebi de şu olabilir mi? Yaşımızın üzerine eklenen her yaş bize yeni sorumluluklar veriyor da ondan mı geçmişe bu kadar özlem doluyuz?
Çok yakından tanıdığım bir kişi çocukluğuna o kadar özlem dolu ki... Acaba çocukluğu çok mu güzeldi diye düşündüm, hatta çocukluğuna bu kadar özlemle bakabildiği için ona o kadar imrendim ki anlatamam. Oysa çocukluğunu iyi bildiğim bir insan, çocukluğu hiçte özlenecek kadar güzel geçmemiş. Her yönüyle benim yaşamayı hiçbir zaman istemeyeceğim bir çocukluk. Sonra bugünkü yaşamını gözlemlemeye başladım.Bugünkü yaşamında bence çok daha mutlu görünüyor. Peki neden geçmişe bu kadar özlem?
Sonra dikkatimi bulunduğum arkadaş ortamlarında sık sık muhabbeti yapılan bir konu çekti. Hepsi çocuklarının bebeklik dönemlerini daha çok özlemle anıyorlar. Uzun zaman herhalde çocuklar bebekken daha tatlı olur ya o nedenle bebekliklerini özlüyorlar diye düşündüm. Bunu her dile getirene bazı sorular sordum. Cevapların içeriğinde genelde kendilerininde farkında olmadıkları bir şikayetlenme vardı. Hemen hemen hepsi çocukların büyümesiyle sorumlulukların artmasından dolayı bebekliklerini özlüyorlardı.Yürümeye başlamasıyla arkasında daha fazla dolaşmak zorunda kalmaları, biraz daha büyüyünce sorulan sorulara ve isteklere karşılık vermedeki sıkıntılar, okula başlayınca da okulla birlikte gelen sorumluluklar. Nihayetinde yaşlıların çok sık söyledikleri bir söz ”çocuklarla birlikte dertleri de büyür” bu şikayetlenmelere son noktayı koyuyor.
Tüm bu sonuçlara varmadan önce kendime sordum; acaba ben yaşantımın hangi dönemini daha çok özlüyorum? Üniversitede eşimle geçirdiğim zamanları çok özlediğimi fark ettim. Çünkü orada yalnızdık, hayatımızı istediğimiz gibi yaşıyorduk, hiç kimseye hesap vermek zorunda hissetmiyorduk kendimizi. En önemlisi orada bizi tanıyan kimse yoktu. Yani kısacası hiç kimseye karşı sorumluluğumuz yoktu.
Yani ben diyorum ki, insanlar eskidendi o diyorlarsa üzerlerine aldıkları sorumlulukların onlara ağır gelmesinden dolayıdır diyorum. Acaba siz bu konuda ne düşünüyorsunuz çok merak ediyorum.
GÜL