HOŞGELDİNİZ


Fotoğrafları büyütmek için üzerine tıklayınız


HAYAT YAŞANTI ARAMAK DEĞİL, KENDİNİ ARAMAKTIR. (C.PAVESE)


31 Mart 2009 Salı

ÇOCUKLUK AŞKLARI

Çocukluk yıllarının aşklarını hatırlayanlar eminim vardır. Aşkınız bazen bir komşu kızına bazen de öğretmeninize oluyordu. Benim ilk aşkım ilkokul öğretmenime olanıydı. İki yıl boyunca beni okutan öğretmenime olan aşkımı aradan 25- 30 yıl geçmiş olmasına rağmen çok iyi hatırlıyorum.

Memnun olmadığım önceki öğretmenimde, derslerim çok berbattı. Okula pek gitmeyi istemezdim. Hem okulu hem de öğretmenimi pek sevmezdim. Öğretmenimizin küçük bebeği vardı, benim gibi uzun boylu olan öğrencileri mahallelerde süt, yumurta satan kişilere gönderirdi. Dersten gizlice çıkar, müdüre çaktırmadan okuldan kaçıp söylediği adrese giderdik. Verdiği siparişleri aldıktan sonra, yine çok gizli bir şekilde getirmeye çalışırdık. Bunu öyle önemli bir görev gibi hissederdik ki, gitmek için gönüllü olanlar bile olurdu. Görevi tamamlayınca da, çok gizli bir operasyonu başarmış, üstün hizmet madalyasını hak etmiş gibi hissederdik. Biz bunları yaparken, karşılığında ne madalya alırdık ne de derslerden torpilli olurduk. Bu operasyona katılanlar, babalarına hep başarısızlık dolu karneler uzatırdı. Bir şeylerin yanlış gittiği belliydi, ama neredeydi bilmiyorduk.

4.sınıfta iken yeni bir öğretmen geldi, sınıflardan bazı öğrencileri bu yeni öğretmene vereceklerdi. Yeni öğretmeni görünce, hayranlık duygusunu hissettiğimi hatırlıyorum. Bende giden gönüllüler arasında oldum.

Şimdi bakıyorum da; öğretmenime aşık olmam, hayatımdaki en büyük dönüm noktası olmuş. Öğretmenimin gözüne girebilmek için yaptığım şeyleri bir bilseniz. Teneffüslerde de onu görebilmek için sık sık öğretmenler odasının önünden geçerdim. Bu yüzden, bahçede oyun oynamayı aksattığım oluyordu. Gözüne girebilmek için ders çalışma tempom çok artmıştı. Hemen her şeyi yutuyor gibiydim, başarısızlıklarla dolu olan karnem pekiyi notlarıyla dolmaya başlamıştı. Hayran olduğum insanı görebilmek için okula çok istekli gelir, tatillerin bile kaldırılmasını dilerdim. Okuldan kaçmam, derslerde dikkati kaydıracak başka şeylerle uğraşmam hiç kalmamıştı. Ders saatlerinde onu görmem yetmezmiş gibi, okul çevresinde oynamaya başlamıştım. Belki görürüm diyordum. Bazı gecelerde de rüyalarıma çağırırdım onu. Rüyalarımdaki sıcaklığını, sonraki gün yaşardım içimde.

Ona duyduğum aşk beni değiştiriyordu. Çalışkan bir öğrenciydim artık. Sanırım beni duygulu ve romantik insan yapan da aynı nedendi.

Aradan çok yıllar geçti. Aşık olduğum öğretmenimin şimdi okul müdürü olduğunu biliyorum. Memlekete her gittiğimde onu görmek isteği oluyor ama içsel bazı engellerim yüzünden gidemiyorum yanına. Galiba, bırak kafamda hep o haliyle kalsın isteği oluyor.

Yıllar boyunca merak ettiğim bir şey vardı; ona karşı olan duygularımı hiç hissetti mi acaba?
Doğal kalın.

28 Mart 2009 Cumartesi

DÖNMEYECEKLER


Dönmeyecekler, dönemeyecekler.
Gidenlerin geldiği, geri döndükleri hiç olmadı.
Kural hiç bozulmadı.

Onlar gelemeyecek,
Ama biz yaklaşacağız onlara.

Sanma ki zaman duracak,
kural bozulacak.
Senin beklediğin de dönemeyecek.
***********************************************************
Sevdiğimiz insanlar hayatımızdayken onların kıymetlerini bilemeyiz.
Onları kaybettiğimizde ne kadar değerli olduklarını anlarız ama çok geç kalmış oluruz. Hayatta en kötü şey dönmeyeceğini bile bile beklemek.
Çok değer verdiğim canım abimi kaybedeli 3 yıl oldu.
32 yıl bizimleydi ve onunla paylaştığım o kadar az anım varki, hep keşke diyorum şunu bunu yapsaydım demekle hayatım geçiyor,dedim ya geç kaldım. Mesala ona seni seviyorum canım abim hiç diyemedim şimdi üzülüyorum.
Her geçen gün beni biraz daha ona yaklaştırıyor.
Yazan: Adsız

27 Mart 2009 Cuma

DÜĞÜMÜNÜZÜ ÇÖZÜN

Sabah saatleriydi, güneş henüz yeni sıcaklığını vuruyordu yüzümüze. Bir süreden beri denizi görmemiştim. Uykumuzu yeterince alamamış olsak bile önemli değildi. Özlem duygularıyla beraber attık kendimizi dışarıya.

Sabahın erken saatlerinde, sokaklarda bizden başkalarının olmasını beklemiyordum. Geceden kalan sesliği, bizim ayak seslerimiz bozacak sanıyordum. Gün yeni ağarmıştı ama başka bir hayat senaryosunun oyunu başlamıştı bile. Bu oyunda yüzlerini güneşin aydınlığına dönerek yürüyüş yapanlar, balıklara ellerinde günaydın demek isteyen oltacılar vardı. Tüm sahil de tatlı bir heyecan, güzel bir rekabet vardı.

Bende yanıma aldığım fotoğraf makinesiyle, seyirci koltuklarından çekmek istedim bu oyunu. Beni seyredenler de vardı, böylece aynı oyunun oyuncusu olmuştum artık.

Orada heyecanları, duyguları çekmek istedim. Ne de olsa duygular, düşünceleri anlatır. Duygularını yakaladığımda, insanların ne düşündüğünü anlamış olacaktım. Görecektim hissettiklerini, anlayacaktım düşüncelerini.

Oltacılıkta amaç balık yakalamaktır ama çok sabır isteyen bir hobidir. Göremediğin balığa, uygun iğne ve yem verebilme tecrübesi gerektirir. En önemlisi de oltayı uygun kullanabilmek lazım, kayaya ve diğer oltalara dolaştırdınız mı işiniz çok zor. Düğümlerini çözmek, çok çaba ve zaman ister. İnsanı yorar, balık tutma hevesini azaltır.

Birde bize ait düğümler vardır ki, sahip olduğumuz tüm enerjiyi tüketir. Mutlu ve üretken olmamıza engel olur. Gelişmemizi yavaşlatır. Sebep olduğu olumsuz duygu ve düşünceler nedeniyle, sağlıklı ilişkiler oluşmaz. Kişiyi, geçmişin tozlu raflarında bırakır, ilerlemesine müsaade etmez. Aynı zamanda çok fazla kaygı oluşturarak, gelecekte de geri kalmasına neden olur.

Ruhsal düğümlerimiz, bizim hayattan tat almamızı, kaliteli bir yaşam kurmamızı engeller. Tıpkı, yukarıdaki fotografda görülen misinadaki düğümler gibidir. Çözülmesi çok zor görünse dahi, en azından imkansız değil. Kadının gösterdiği sabrı bir görseydiniz eğer, çözülemeyecek düğümlerin olmadığını sizde benim gibi anlardınız.

Doğal Kalın

RAHAT BIRAK KENDİNİ


26 Mart 2009 Perşembe

YAŞAMIN İZDÜŞÜMLERİ


Son zamanlarda o kadar yoğunum ki, adeta bunalıyordum. Her şey üstüme geliyordu, nefes alamıyordum sanki.Her şeyi bırakıp bir günlüğüne olsa kaçtım. Sandım ki beni bunalttığını düşündüğüm ortamdan çıkınca ruhsal olarak güzelleşecektim, toparlanıp tekrar hayata salacaktım kendimi. Ama düşündüğüm gibi olmadı, bir türlü rahatlayamadım ve istediğim huzuru bulamadım.

Anladım ki sorun bulunduğum ortamda değil bende idi.Kendimi bırakıp bir yere gitmem mümkün olmayacağına göre kendimi oturup dinlemeliydim. Neydi beni bunaltan, daraltan, günün sonunda yahudilerin ağlama duvarı gibi yaptığım duvarın önünde beni hıçkıra hıçkıra ağlatan.Hayatımda dıştan görünen her şey yolunda idi. Ama hepimizin dıştan görünenden başka herkese göstermediğimiz birde içimizde bir ben var.Bu içimizdeki beni kimimiz çok dinler, kimimiz az dinler, kimimiz ise benim gibi hiç dinlemez.

Sorunum içimdeki beni hep bastırıp, susturmam idi. O da kendince bana tepkisini veriyordu. Onu yok saymamdan artık sıkılmıştı ve bende varım diye bağırmaya başlıyordu.İçimdeki ben, sende benim bir parçamsın ve seni yok saydığım için özür dilerim. Sensiz olmuyor, sensiz her şey yarım yamalak yerine oturmuyor.Utanmamalıyım sendeki güzel duyguları yaşamaktan, seninle hata yapmaktan korkmamalıyım.Çünkü mutluluk, sorunsuz yaşam değil, onlarla başa çıkabilme yeteneğidir.

İçimdeki ben ve dışımdaki ben, biz bir bütünüz ve birbirimizi dinleyip anlaşarak, barışık, uyum içinde olarak atmalıyız kendimizi hayatın denizine ve hayata dair ne varsa hepsini son damlasına kadar yaşamalıyız.

Yazan: Karamel

ÖRDÜĞÜMÜZ AĞLAR


25 Mart 2009 Çarşamba

AT KENDİNİ DENİZE


İç Anadolu Bölgesi sarı otların çok, yeşilliğin fazla olmadığı bir yerdir.Doğup büyüdüğüm, yaşadığım il düzenli ve kısmen büyük bir şehir, alışkanlıktan mı bilmem bu şehri severim fakat denizin benim için farklı bir anlamı vardır.Deniz benim için özgürlük , kendimi dinlemem için bir fırsat demektir.

Yılın belli zamanlarında İstanbul'a gider uzun uzun denize bakar,o güne kadar yaşadıklarımı anlatır rahatlarım.Martıları dinlemek, vapurlara,küçük balıkçı teknelerine bakmak bana herşeyi unutturur.Vapura binmek için acele edenler , kapılar kapanmadan yetişmek için koşturanlar yada vapurdan hızlı adımlarla inip işlerine yetişmek için uğraşanlar.Bense bütün işlerimi yada tüm hayatımı dalgalara bırakmışcasına rahatım.Hayaller birbirini kovalar denize bakarken o hengamenin içinde ben nedense umursamaz bir hal alırım.Eski türk filmlerindeki gibi küçük bir kıyı kasabasına yerleşir tek katlı bir evim ve bahçem olsaydı nasıl yaşardım diye hayal ederim.Eve gitme vaktim geldiğinde hayallerim deniz kıyısında öylece benim tekrar gelişimi bekler halde kalır.

En büyük eksikliğim denizi sevmeme rağmen yüzme bilmeyerek onunla bütünleşememdir.Ben onu platonik bir aşık gibi uzaktan severim,hep belli bir mesafe vardır aramızda nasıl kendimi aşka bırakamamışsam, dalgaların kollarına da hiçbir zaman kendimi bırakamadım.Belki de böylesi güzel.Sevgiyle ,aşkla ve hüzünle kalın.

Yazan: Gizem

24 Mart 2009 Salı

YILDIZLARI TOPLAMAMA YARDIM EDER MİSİN ?


Aynı kıyıda oltalarımızı birlikte salladık aynı denize. Bakışlarımız aynı yönde, kalbimiz aynı hızda çarpıyordu. Oltaya takılan balıkları tek tek çıkarıp geri verdik denizin sert ama kabullenici serinliğine. Biz yıldızları toplamak için sallıyoruz oltamızı demiştin. Bende yıldızlar kayar ve asla oltaya gelmez demiştim.
Sımsıkı sarılmıştın bana…

Sen hiç kayma benim hayatımdan demiştin.Ben hala geceleri nöbetteyim, denize bakıyorum, yıldızları seyrediyorum ve ayın siluetinde kayboluyorum. Yalnızım ve seni bekliyorum. Aslında yıldızlar senmişsin sevgilim, ben sadece oltayı sallayan ve sen asla o oltanın ucunda olmayan.

Hiç bitmez sandığım aşkımız, yağmurdan sonra buharlaşan su gibiymiş. Yaz yağmuru gibi kısacık yağmış ve çekilmişsin hayatımdan.

Şimdi güven duygularımı yitirdim, arkanda bir enkaz bıraktın sevgilim. Geceleri kaygıyla caddeleri izleyen, başını gözyaşıyla yıldızlara çeviren ben artık sevgini nefrete dönüştürmeye çalışıyorum. Sımsıcacık avuçlarını, bakışlarındaki kayboluşlarımı ve yıldızları unutmaya çalışıyorum.

Eğer bir gün nerdedir ve ne yapıyordur acaba diye düşünürsen… İşte ben sana uzak pencerelerden birinde, bir akşam vakti, denize bakıyor ve kayan yıldızlarda nefretle karışık aşkla seni arıyor olacağım.

Yazan: Yağmur

ŞÜKRAN




23 Mart 2009 Pazartesi

SELAMI VAR


Doğayı sevmek konusundaki temel düşüncem; piknik malzemelerini yanımıza alıp, özellikle bir su kaynağının başında piknik yapmak, arkasından da yakın çevrede gezintiye çıkmak şeklindeydi.
Doğaya sık gitmeye ve doğada daha uzun zamanlar kalmaya yönelik artan eğilimim nedeniyle bir takım malzemeler aldım. Bu malzemelerin alınmasında bana yardımcı olan Vedat abinin, doğaya ilişkin düşünceleri ve doğada yaptıkları şeyler, benim düşüncelerimden farklıydı. Arkadaşlarıyla beraber çizdikleri bir rota dahilinde, başlangıç ve bitiş noktaları belli olan doğa yürüyüşü yapıyorlardı. Yanlarına çok az malzeme aldıklarından dolayı, piknik ve mangal gibi faaliyetleri yoktu. Açıkçası, onların yaptıkları bana çok sıkıcı geldi. Ama yürüyüş için çok malzeme almıştım. Hiç değilse bir kez onlara katılıp, ne hissedeceğimi anlamak istedim. İlk gezime de bu şekilde, önyargılı başladım.

İki gün önceki Pazar günü, Vedat abiyle beraber, Mut’ta bulunan Mavga kalesine gidecektik. Vedat abi bir hafta önce de, daha kalabalık bir ekiple aynı yere gitmişti. Önceki gezideki hava koşullarından ve yaşadıkları sorunlardan bahsedince (Özlem’in anlattıkları da vardı kafamda) içimdeki sıkıntı artmaya başladı. Neredeyse vazgeçip, piknikçi doğaseverliğime devam edecektim.

Yürüyüşün başlangıç noktasındaki Hacınuhlu köyünde yaşayan İrfan beyin evinde, yaptığımız nefis köy kahvaltısından sonra yola çıktık. Gideceğimiz yer köyden görülebiliyordu. Hava kapalıydı ve biz Mavga kalesinin bulunduğu dağa çıkacaktık. Zor bir yürüyüş olacağı belliydi.

Başlangıç gayet güzeldi. Köy yaşamında zaten az olan gürültü, köyden uzaklaştıkça daha da azalmaya başladı. Daha sonra, insan ve evcil hayvan sesleri duyulmaz oldu. Önce yollar kayboldu, sonra da patikalar. Doğa en doğal halini sunuyordu bize. Yapaylık adına çok fazla bir şey yoktu. Yapaylığı yapan insandı ve orada insanın bulunduğunu gösteren tek işaret biz ve patikalardı. Devam ettikçe patikalar da bitiyordu.

Sessizlik içinde, doğanın müziğini dinliyordum. Müziğe hakim olan ses; rüzgardı, sonra su sesi, geldiğimizi haber veren her türlü kuş sesi, birde piyano tuşları gibi vuran ayak seslerimiz vardı.

Kanyon boyunca yaptığımız yürüyüş, beni hiç yormadı. İleride görünen dağın zirvesinde bulunan kaleye çıkacaktık, dolayısıyla tırmanma yürüyüşü olacaktı. Tırmanmak zor ve yorucuydu. Nefes alışverişim, yeterli oksijeni almaya, içimdeki karbondioksiti atmaya yetmeyince, daha sık mola vermeye başladık. Her mola yerimizde ne kadar yükseldiğimizi, uzaklardaki tepe ve dağların yüksekliğine göre kıyaslayarak görme fırsatımız oluyordu. Tırmanış yorucuydu. Bittim artık, gidemeyeceğim diyordum ama devam edebiliyordum. Devam ettikçe, kendimle ilgili tamam artık dediğim noktayı aşabiliyordum. Anladım ki, kendimle ilgili sınırlar bana ait değildi. Kafamdan çizmiştim onları. Şimdi sınırımı aşıyordum. Her mola yeri, bir sonraki sınırımı aşmanın başlangıç noktasını oluşturuyordu. Bunu fark ettiğim anda; yorgunluğum kalktı, huzur duygusu kapladı her yerimi. Anlaşılan, derinlerde bulunan bir yerime dokunmuştu, onun cerahatini boşaltıyordu.

Zirveye ulaşınca, ruhumun şenlik yaptığını hissettim. Bir kayanın dibine oturdum, gözümü kapatıp ruhumun şenliğini seyretmeye başladım. Coşkusu bir başkaydı.

Doğa benimle konuşuyordu. Bana beni anlattı, bende onu dinledim. Ne güzel şeyler söyledi. Ayrıca size de selamı var, daha kalabalık bir şekilde yine beklerim dedi. Mutlaka gidin ve onu dinleyin.

Doğal Kalın.

BENİM RUHUM GENÇ. YA SİZİN ?


21 Mart 2009 Cumartesi

HAYAT ÖPÜCÜĞÜ


Hepimizin beklediği bu öpücük.

Bir annenin çocuğuna kondurduğu, bir sevgilinin alnına konulan, bir dostun sarılarak verdiği.... Eminim, herkesin almak istediği sadece bir öpücüktür.Herkes bekler ama vermek aklına gelmez, gelirde saklar çoğu zaman. Beklemeyelim, hayat öpücüğümüzü dağıtalım sevdiklerimize. Hayat beklemez hiç bir zaman, öpücüklerimiz de bitmez zaten. Korkmayın.

Yazan: Filiz

20 Mart 2009 Cuma

İNANILMAZ


Geçenlerde bir arkadaşımla konuşuyordum.Hafta sonları doğa yürüyüşlerine çıktıklarını anlattı. Uzun zamandır böyle bir etkinliğe katılmak istiyordum. Ben de onlara katılmak istediğimi söyledim.Onun vasıtasıyla geçen hafta Pazar günü yola çıktık.

Ben doğa yürüyüşü diyince ormanlara gideceğiz yürüyeceğiz falan zannediyorum.Mavga Kalesine çıkacağız dediler, meğerse Mavga Kalesi bir dağın tepesindeymiş, işte bunu öğrenmemle kabus anlarım başladı.Ben düz yolda yürüyemeyen, azıcık tepelik bir yerden inemeyen bir kişi olarak o dağa nasıl çıkacaktım.Gelmiştik bir kere, dönüş yoktu artık.İlk bir saat güzeldi, daha sonra yükseklik artmaya başlayıp da, zorlu yollara girdikçe korkularım artmaya başladı.Kendim yalnız çıkamadım tabi, oradaki arkadaşların ellerini tutarak, biraz ağlayarak, biraz gülerek sonunda çıktık ve indik.Yaklaşık yedi saat süren bir serüvendi bu.
Oradayken neden geldiğim konusunda sürekli kendime kızıyordum. Ama günler geçtikçe, o günün bana güzel şeyler kattığını fark ettim.Doğa gerçekten inanılmaz bir şeydi. Bu inanılmaz kelimesinin üzerine binlerce cümle kurulabilirsiniz ve hala da kurulacak cümleler olduğunu bilirsiniz.Ben, elimden geldiğince kendi inanılmazlarımı anlatacağım.O günden sonra fark ettim ki; doğa insanın kendi özüne dönmesini sağlıyor.Günlük hayattaki maskelerinizden kurtuluyorsunuz.Kendi içinize bir yolculuk yapmanızı sağlıyor.

Kendimden örnek verecek olursam. Soğuğun etkisiyle akan burnum umurumda bile değildi.Tanımadığım insanların elini tutmak, yeri gelip korktuğum anlarda korkuyorum bana yardım et demek umurumda bile değildi.Mangalda yapılan yarı pişmemiş tavuğu, ellerimle yiyerek ağzımın yüzümün kömür siyahı olması umurumda bile değildi.O gün yaşamımda dert olduğunu düşündüğüm hiç birşey yok gibiydi.

Doğa mucizevi bir şekilde beni içine almıştı. Nazım’ın dediği gibi ‘toprak güneş ve ben bahtiyarım’.Bu dizelerdeki gibi hissediyordum kendimi.Eğer siz de kendi iç dünyanıza bir yolculuk yapmak isterseniz doğanın ellerine bırakın kendinizi.İnanın pişman olmayacaksınız.

Yazan: Özlem

19 Mart 2009 Perşembe

BALIKÇI




BENDEN UTANIYOR MUSUN ?


Annemin sadece tek gözü vardı,ondan nefret ederdim...Çünkü bu durum beni çok utandırıyordu. Ailemizi geçindirmek için okulda aşcılık yapardı. İlkokulda iken birgün bana merhaba demeye gelmişti. Yerin dibine geçmiştim. Bunu bana nasıl yapabilirdi?Onu görmezden geldim,ona nefretle baktım ve oradan kaçtım. Ertesi gün sınıftan bir arkadaşım dediki"eee,senin annenin yalnızca bir gözü var"yerin dibine girmek istedim ve de annemin ortadan kaybolmasını istedim. Bu yüzden o gün onunla karşılaşınca dedim ki;"beni gülünç duruma düşüreceğine ölsen daha iyi"annem karşılık vermedi...Dediklerim hakkında bir saniye durup düşünmedim. Çünkü;çok kızmıştım. Onun duyguları beni ilgilendirmiyordu. Onu evde istemiyordum...

Çok çalıştım ve Singapur'a okumaya gittim. Sonra evlendim. Kendi evimi aldım. Çocuklarım oldu ve hayatımdan memnundum.Birgün annem beni ziyarete gelmişti. Kaç yıldır beni görmemiş ve torunlarını tanımamıştı.Kapıya gelince çocuklarım ona güldüler. Ona;"evime gelip çocuklarımı nasıl korkutabilirsin?hemen buradan git!"diye bağırdım. Buna annem sessizce"kusura bakmayın yanlış adrese geldim galiba"dedi ve gözden kayboldu.

Bir gün mezunlar toplantısı için okuldan bir mektup aldım. Mezunlar toplantısından sonra sırf meraktan eski eve gittim!!!!Komşularım annemin öldüğünü söylediler hiç üzülmemiştim....Bana annemin bıraktığı mektubu verdiler.
"en sevgili oğlum,her zaman seni düşünüyorum...singapur'a gelip çocuklarını korkuttuğum için üzgünüm. Mezunlar gününe geleceksin diye çok sevinmiştim. Sen büyürken sürekli bir utanç kaynağı olduğum için üzgünüm. Biliyormusun...sen çok küçükken bir kaza geçirmiş ve gözünü kaybetmiştin. Anne olarak senin tek bir gözle büyümene dayanamazdım. Bu yüzden sana kendi gözümü verdim...o gözle benim yerime görüyorsun diye seninle o kadar gurur duyuyordum ki....Sevgilerimle...annen"

Gönderen: Birsen Çakır
***********************************************************************************
Ben annemi ve babamı çok severim.Onlar benim istediğim okulları bitirmemiş ,istediğim meslekleri yapmıyor olabilirler yine de anne ve babam onlar. İkisinin yokluğunu bile düşünmek küçüklüğümden beri benim içimde bir sızıdır.Her sabah kalktığımda yataklarına gider bakarım yaşıyorlar mı diye?
Annem bundan yıllar önce bir rüya görmüş ve hatıra defterine yazmış bende bu hatıra defterini annem odasına çekilmiş yazarken bir kaç kere rastlamış fakat içinde neler yazıyor okuyamamıştım,sonra nasıl olduysa bir gün bu defterin yerini bulmaya karar verdim ve günlerce aradım sonunda başarmış ve defteri bulmuştum.Defterde öyle acıklı ve hüzünlü günleri yazıyordu ki kendimi tutamayıp ağladım , sayfalar ilerlerken işte o rüyayı okudum rüyasında bir tarih verilmişti.Ben o an o defteri hiç okumamış olmayı istedim fakat okumuştum ve zamanı geri çeviremezdim.İçime bir ateş çöktü bu ateşi dindiremiyordum sabah, akşam her saniye benimleydi ben de dua etmeye karar verdim boş kaldığım her saniye dua ettim Allah'ım annem ölmesin diye milyarlarca dua yıllarca sürdü taki o gün gelinceye kadar o gece hiç uyumadım gidip annemlerin odasına nefes alıp almadığını izledim.Sabah kalktığımda ikisi de yaşıyordu Allah'ım duam kabul olmuştu 7 sene süren o acım bir gece sonra kalmamıştı fakat bir ay sonra aynı tarihte bir sabah babam içimde hiç sönmeyecek bir acı bırakarak gitti.
Anne ve babam ölsün diye düşünen insanlar var mı diye düşündüm hep bir çocuk nasıl böyle birşey ister dedim yada isteyenin ki gitseydi benim ki kalsaydı.Benim babam hiç bir zaman derslerim nasıl diye sormamış bizimle fazla ilgili yada çok yakışıklı , uzun boylu , çok zengin bir baba değildi yine de benim babamdı.Gittikten sonra getiremeyeceğimize göre ağzımızdan çıkanları düşünüp söyleyelim.
Eğer bu hikaye doğruysa çok acı ben böyle bişey yaşasam kesin o mektubu okuduğumda acıdan ölürdüm.
Yazan: Küçük Kız

18 Mart 2009 Çarşamba

BEKLE! UYANAYIM GÖRÜRSÜN...

Köpek sevgisi babamdan bana ya genetik olarak geçti ya da onun köpeklerle ilgili söylediği sözler ve hikayeler sonrasında oluştu. Oysaki annem, babamın tam tersini düşünür ve yapardı. Ne zaman köpeklerden konu açılsa, hemen olumsuz duygu ve düşüncelerini dile getirirdi. Babamla ben, annemin bu tepkisinden çok etkilenirdik, annemden olumlu tepki göremeyince ısrar etmekten vazgeçerdik.
Buna rağmen, ben 5-6 yaşlarında iken bol tüylü, bembeyaz, sevimli bir köpek yavrusu almıştık. O sıralarda lessie filmi televizyonlarda gösteriliyordu, bu diziyi keyifle izliyor ve lesi'yi seviyorduk. Aldığımız bu köpek lesiye hiç benzemiyordu ama biz yinede onun adını lesi koymuştuk. Günümün önemli bir vaktini lesiyle geçiriyordum. Ben ve mahalledeki tüm çocuklar ona bakıyor, yiyecek temin ediyor ve çok güzel vakit geçiriyorduk. İyi hatırlıyorum, onun uyuduğu vakitlerde dahi başında bekler, onu seyrederdim. Küçük, masum ve çok tatlı bir canlı varlıktı. Onu uyandırmamak için elimin dokunmasını o kadar hassas ayarlıyordum ki, bir tüyüne bile zarar gelmemesi için çok dikkat ediyordum.

Bir günün akşam üzerinde, köpeğimle oynamak için heyecanla eve gelmiştim, ama avluda göremedim onu. Bir süre saklanabileceği yerlerde aradım. Anneme ve ablama seslendim. Lesi nerede dedim. Bilmiyoruz, kaybolmuş herhalde, birileri götürmüştür gibi cevaplar aldım. Hangi açıklama olursa olsun, hissettiğim acıyı bastıramıyordu. İçimdeki acı, gözyaşımla akıyordu ama olmuyordu. İçimdeki acı sönmüyordu. Ağlamaklı günlerimin kaç gün sürdüğünü tam olarak bilmiyorum.

Köpeğimi kaybettiğim yılın yaz ayında köye gittik. O dönemde köy yollarının temel ulaşım aracı traktördü. Römorka konulan her türlü eşyanın yanına ya da üstüne oturarak yapardık yolcuğu. Traktör yolculuğunda 2 sınıf vardı. Yaşlı ve saygıdeğer kişiler traktörün business koltuğunda yolculuk yapardı. Bu koltuk traktörün en büyük lastiğinin üzerindeki oturma yeriydi. Ekonomik sınıfın yeri ise römorktu.

Yine böyle ekonomik sınıfta traktör yolculuğuyla köye gitmiştik. Köyde dedem ve en büyük amcam oturuyordu. Bir arabanın ana yoldan ayrılıp, köyün yoluna girmesi, tüm köy halkında merak uyandırırdı. Traktörün sesini duyanlar, kimlerin geldiğini en iyi görebilecekleri yere çıkar, gözlemci pozisyonunu alırdı. Bizim köyün ortasına traktörle gelmemiz, çok kalabalık bir köy halkının bizi karşılaması halini ortaya çıkarmıştı. Karşılayanlar arasında dedemi de görebiliyordum. Dedemin yanında bir köpek vardı ama kimin köpeği olduğunu uzaktan tam olarak anlayamamıştım. Gelen misafirlerle, karşılayan köylüler birbirlerine yaklaşırken, dedemin yanındaki köpeğe daha fazla dikkat eder olmuştum. Köpekte bana bakıyordu. Sonra bu köpeğin, benim kaybettiğimi zannettiğim köpek olduğunu anladım. O da beni tanımış olmalı ki, kuyruğunu yelpaze gibi sallayarak, üzerime son sürat koşarak geliyordu. Ön ayaklarını kaldırarak üzerime çıktı ve ıslak diliyle yüzümü yalayıp durdu. Beni tanımıştı. Kavuşmanın sevincini mi yaşayacaktım, aldatılmış olmamın acısını mı? Benim köpeğimi dedeme vermişlerdi. Bana ait olan artık başkasınındı. Bana değil, dedeme ait olduğunu köyde kaldığım süre içerisinde, dedemin peşinden daha fazla gitmesinden anlamıştım.

Ama ben eski dosttum onunla, o da bunu biliyordu. Dostluğunu, köyde kaldığım süre boyunca benimle oynuyarak, köyü dolaştırarak göstermişti bana.

Doğal kalın....

16 Mart 2009 Pazartesi

DENİZ KIZI

Yeni yeni cinselliği fark ettiğim yaşlarda arkadaşlarımın ve benim hayallerimi süslerdi. Denizkızlarıyla arkadaş olmak. Denizkızını tam olarak nasıl algılıyorduk acaba? Zihnimizde tam olarak nasıl bir şey oluştuğunu hatırlamıyorum ama denizkızı arkadaşımızın olmasını hayal ettiğimize göre, güzel bir imajı oluyordu demek ki. Şimdi o zamanı tekrar düşünüyorum ve zihnimde oluşanı görmeye çalışıyorum. Alt tarafı balık görünümlü, yukarı kısmı güzeller güzeli bir kız. Yukarısı mı, yoksa aşağısı mı daha çekici geliyordu bize acaba ?. Denizkızlarının çok güzel olduğunu söylediklerini hatırlıyorum. Yakınımda ki her erkeğin bir denizkızı görme isteği de olduğuna göre, insan kızlardan daha güzel olmalıydı herhalde.

Hemen her kültürde denizkızı inanışının olduğu bilinmekte. Tarihsel süreçte denizkızlarının genelde iyi huylu oldukları tasvir edilmiş. Denizlerde zor durumda olan gemilere ve teknelere yardım ettiklerine inanılmış. Bazen de iyi niyetli olmadıkları, özellikle gemi ve teknelerin batmasını sağlayarak erkekleri denizin derinliklerine doğru çektikleri inanışı varmış. Sanırım her iki inanış da erkekler açısından olumlu algılanıyor olmalı. Ölürsek bile onların elinde ölmüş oluruz fantazisi var gibi. Bu yüzden biz erkeklerin hayallerini süslüyor olabilirler.

Şimdi büyüdük, denizkızının olmadığı fikri var artık. Ama geçen hafta sonu Taşucu_Tisan bölgesine yaptığımız gezideki manzarayı ve nefis koyları görünce, kendimi tutamayıp denize girmek istedim. Hava çok soğuktu, ayrıca o dalgalı denizde yüzecek kadar yüzme bilmiyordum. Bu koyları görünce denizkızı olamasam bile, deniz erkeği olmayı çok istedim. O güzel koylarda, dalgaların arasında hem yüzer, hem de batıracağım gemileri beklerdim bende ….

12 Mart 2009 Perşembe

GELMENİ BEKLİYORUM

Bilmediğim pencerelerde, bana yabancı kıyılarda bekledim seni. Her vapurun duraklamasını gördüm, her kalbimin atışına ses verdim. Seni seviyorum deyişini ve o berrak sesinde huzur bulan beni hiç unutmadım.

Beni bıraktığın o sabaha döndüm yüzümü ve sahilde dalgalara karıştırdım gözyaşlarımı. Yokluğuna hiç alışamadı bedenim. Ayaklarım her sabah ayrıldığımız kıyıya, el bile sallayamadan gittiğin o ana götürdü. Kısacık yaşamın uzun ayrılıklarını tadan yüreğim hiç kabullenmedi gidişini. Hep yaşamın ayrılıklarla dolu olduğunu unutmak istedim. Senden sonra kimseyi sevemedim ve seni hep bekledim. Her gidişin bir dönüşü vardır diyen ağızlar yalan söylüyor olamazdı. Baki olan bir yaşama göç ettiğine asla inanamadım. İşte bunun için bekledim ısrarla. İşte bunun için her yaklaşan vapura, her duran otobüse ve her sana benzeyen insana başımı çevirdim. Kokuna, sıcacık bakışlarına, kocaman ellerine kavuşacağım o günü heyecanla bekledim. Asla olumsuz yanıtlarla cevap vermedin bana. Çünkü sen gelecektin ve bana yine “kızım” diyecektin. Ve bana yine kocaman sarılacaktın.

Gelmeni hep bekledim “Baba.”
Yazan: Yağmur

BALIK EKMEK



İnsanı büyüleyen, gizemli, nerede ne çıkacağını kestiremediğiniz, sürprizlerle dolu bir kent. Sıkıcılığı ve monotonluğu sevmeyen insanların aklından çıkaramadığı, bu özelliği nedeniyle ona alışanın bir daha bırakamayacağı bir şehir. İstanbul...

İstanbul tüm şehirlerden çok farklıydı benim için. Daha ilk günlerimde yapmıştı büyüsünü bana. Ruhuma giriyor, çıkmayacak bir şekilde yerleşiyordu içime. Alıştıkça da, çekiciliği artıyor, uzaklara gitsem de kolumdan tutarak beni alıp geri götürmeye çalışıyordu.
İstanbul'da kaldıkça hiç ayrılamıyor insan, ayrılmak zorunda kalmışsan da kendini tam olarak koparamıyorsun İstanbul'dan. Ruhunun bir parçasını orada bırakmışsın, almak için oraya gitmek zorundaymış gibi hissediyor insan. İstanbul’da bıraktığın eksik parçanı başka şeylerle tamamlamaya çalışsan dahi, onun gibi olmayacağını bir süre sonra gösteriyordu, geçen zaman.

İstanbula gittiğim ilk günlerdi. Daha önce İstanbul’u hiç görmemiş biri olarak şehir gezi rehberinin ilk sıralarında bulunan yerlere gittik yeğenimle. Çok iyi hatırladığım gezimize Sultanahmet meydanından başlamıştık. Yürüyerek; Yerebatan sarayı, Ayasofya, Topkapı sarayı, Gülhane parkı oradan Eminönü’ne gitmiştik.

Büyüleyiciliğin, büyüsünün yapıldığı mekanlardı saydığım yerler. Güzel hava, nefis bir manzara ve tarihsel bir doku. Eski ve yeni iç içe geçmişti. Ne geçmişinden kopabilmişti şehir, ne de geleceğine tam olarak ayak uydurabilmişti. Her iki kare yan yanaydı. Geçmişte mi kalalım, yoksa değişip yeni mi olalım kararsızlığı vardı şehirde. Bunun en iyi örneklerinden biride, Eminönü’nde iskeleye tutunmuş balık ekmek satan teknelerdi. Modern ulaşım araçlarının yolcu alıp indirdikleri iskelenin kenarında, saltanat kayıklarına benzetilmişlerdi bu tekneler. Balık ekmek satıcıları ise pantolonun yerine şalvarları, gömleğin üstüne cepkenleri, şapka yerine püsküllü fesleri geçirip, yağız birer delikanlı olmaya çalışmışlardı.

Öğrenci olup, cepte de çok para olmayınca, karın doyurmanın en ekonomik yolunun, bu teknelerde satılan balık ekmekler olduğunu anlamam çok uzun sürmedi. Haliç ve boğaz siluetinin en iyi görüldüğü yerde yiyebiliyordun bu yemeği. Manzara fiyatın içindeydi anlayacağınız. Balık ekmeğin yanında salata da isterseniz eğer yalnızca soğanı bulabiliyordunuz. Soğan işlemden geçirilmeden, sadece soyulmuş ve dörde doğranarak konulmuş olduğu için, ağız kokusu çok kötü olurdu. Fazla yediğiniz zaman, insanlar kokarca görmüş gibi yanınızdan kaçışırlardı. Paraya biraz daha kıyabilirseniz eğer, hemen yanı başınızda bulunan turşucudan da bir bardak turşu alırdınız ve nefis menüyü hazırlamış olurdunuz.

İstanbul'da bulunduğum yıllar içinde, anlattığım balık ekmek hikayesi çok kere tekrarladığım bir anımdır. İstanbul kültürüne uygun olmadığı ve iskelede güvenliği tehlikeye soktuğu gerekçesiyle belediye tarafından kaldırıldığını duyunca, İstanbul’la ilgili hatıralarımdan bir iki kare çıkarılmış oldu. Neyse ki ihale edildi de, balık ekmek teknelerine tekrar izin verdiler.

Belki bir gün Eminönü'nde balık ekmek yerken karşılaşırız sizinle, kimbilir? Size acılı turşu suyu bile ısmarlarım o zaman.

Doğal Kalın.

10 Mart 2009 Salı

ARKADAŞLAR


Arkadaşlıklara ve sonsuza kadar sürecek dostluklara. Karşılıklı bakışlara ve her daim dostluklarla çarptırılsın gönüller. Ve sarhoş olsun bedenler en samimi duygularla.

Arkadaşlık aynı yöne bakmaktır, aynı yükü yüklenmektir ve sahnede farklı oyunlarda aynı mesajı veren replikleri tekrarlamaktır. Arkadaşlık sevgidir, saygıdır ve sadakattir. En acı ve en güzel duygularda birleşmenin adıdır. Arkadaşlık maskelerin sıyrılıp atıldığı ve içine dönüş yaptığın en doğal, en samimi anlarındır. Bazen bir sırt sıvazlamakla aldığın dertlerin, bazen uçsuz bucaksız okyanuslara bıraktığın hallerin, bazen serbest bıraktığın bedenin gibidir arkadaşlık. Uzağa gitmene gerek yoktur. Uzaklarda olsa bile her an yanındadır ve seninledir. Parçan gibidir.

Sıkıntılarını bırakmak istersen uzaklara gitme. En yakın dostunu ara ve serbest bırak anlatacaklarını… O her daim sana bir çıkış yolu bulacaktır.

İnsanı insan yapan arkadaşlıkları ve dostluklarıdır. İnsanı hayvan yapanda kötü arkadaşlıkları ve dostlarıdır. İnsanı insan yapan kısmında olmak istiyorsanız, yukarıda tariflediğim özelliklere uyumlu olmasına dikkat edin. Ve her daim seçici olun.

Unutmayın dostluklar çabuk elde edilmez! Çabuk elde edilende dostluk olmaz.

Yazan: Yağmur

9 Mart 2009 Pazartesi

UYUM


Bu fotoğrafı siteye koyduğum ilk saniyelerde, başlığını düşündüm, aklıma ilk gelen başlığı koydum. Uyum. Daha önce de bu fotoya bakmıştım ama uyum fikri kafamda oluşmamıştı. Fotoğrafı siteye koyduktan sonra uyumla ilgili ne yazabilirim diye birkaç gün düşündüm. Bugüne kadar fotolara bakarak insanı ve toplumu konu alan yazılar yazmıştım. Ama bu kez yalnızca doğayı yazacaktım. Doğayı, doğadaki uyumu yazarsam eğer insanı da anlatmış olabileceğimi düşündüm. Neden böyle düşündüğümü yazının sonuna doğru sizlere açıklayacağım.

Hemen herkesin yaşamında en az bir kere şahit olduğu bir olaydan bahsetmek istiyorum. Öyle bir doğa olayı ki bu, henüz bilim adamlarınca da tam olarak açıklanamamış. Binlerce kuşun bir araya gelerek uyumlu bir biçimde, gökyüzünde tüm etkileyiciliğiyle uçmaları. Kimin lider olduğu ve aralarındaki iletişimin nasıl sağlandığı bilinemeyen, olağanüstü bir doğa olayı bu. Bütün kuşlar ahenk içinde hareket ediyorlar. Birden yön değiştirmeleri, hepsinin aynı anda rotalarını belirlemeleri ve bu uyumu mükemmel bir biçimde sergilemeleri. Bu hareketler sırasında hiçbir kuşun birbirine çarptığını asla göremezsiniz. Hepsi büyük bir organizmanın birer parçasıymış gibi davranırlar. Bu kadar güzel bir korelasyonu nasıl sağlayabiliyorlar acaba?

Uyuma ilişkin buna benzer çok sayıda örnek verilebiliriz. Balıklar, arılar, karıncalar ...vs

İnsanlarla ilişki halindeki canlılarda da, benzer uyumsal davranışların olduğu değişik araştırmalarda gözlenmiştir. Sahibinin geleceğini çok önceden bilip de, kapı önünde bekleyen köpekler üzerinde yapılan araştırmalarda, bunun bir şartlı refleks olmadığı, köpeğin sahibiyle kurduğu hissi ve ruhsal bir uyum sürecine bağlı olduğu belirlenmiştir.

Acaba insanlarda bu tarz uyumun olmaması, oluşum yapısıyla mı ilgili, yoksa insanın diğer nesnelerle kurduğu yapay ilişkilerin karmaşasından mı kaynaklanıyor?

Doğal Kalın

8 Mart 2009 Pazar

HAYATIN GERİ YANSITTIKLARI


Torosların eteğinde bir orman köyünde dünyaya açmışım gözlerimi. Çocukluk yıllarım kah köyün yaylasında, kah sahilinde geçti. Ailemin geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı. Çocuk çok olunca, doyacak boğazda çok oluyordu. Öyleyse gelirde çok olmalıydı. Aile ikiye bölündü. Yayladan, sahilden gelmeli kazanç. Yani yılın on iki ayı çalışmalıydı tüm aile. Aç boğazlar bu denli çalışmaya rağmen doyarmıydı, tartışılır.


Çocuk olmama rağmen benimde sorumluluklarım vardı. Tarlada çalışırsam çabuk hastalanıyordum. Onun için bana çobanlık yapmak düştü. Köyün diğer çocuklarıyla beraber, hayvanları otlatmaya götürüyorumdum. Bahar gelmişti, ot diz boyu olmuştu. Vuruyorduk hayvanları torosların eteklerine. Yeşilin her tonunu, kırçiçeklerinin her çeşidini görmek mümkündü. Hele anemonları bir görseniz; beyazı, kırmızısı, lilası, pembesi. Her ton ve renkte süslemişlerdi, yeşil çimeni motifleriyle.


Çocuk demek, oyun demekti. Sabahın köründen, akşam el etek çekilinceye kadar acıkmadan, susamadan oynanırdı, bilinen tüm oyunlar. Ağaç dallarından kaymaca, saklambaç, uzun eşek, kale kapmaca... Hepsi tekrarlanır gün içinde seromoni tarzında. Benim en sevdiğim oyun, dağlarla konuşmaktı.


Birgün arkadaşım yanımdan uzaklaşmış, onu bulamıyorumdum. Bağırıyorum 'Ahmet' diye. Kendi sesimmiş gibi bir ses bağırıyor, 'Ahmet'diye. Arkadaşlardan biri saklanmış bana şaka yapıyor sandım. Susuyorum oda susuyordu. Anlam veremiyordum birtürlü. Bu sefer merak ettiğim için başka şeyler söyledim. "Seni seviyorum" diyerek avazım çıktığı kadar bağırdım. Oda bana 'seni seviyorum' dedi. Çıldıracaktım, bir bulabilseydim beni taklit edeni, gebertecektim oracıkta. Benim söylediğim herşeyi tekrarlamak zorundamıydı ? İyice kızmıştım. Küfrettim, beni taklit edene. Oda bana küfretti. Dakikalarca sürdü bu böyle.


Sonra arkadaşlarla buluştuk. Onlara neden benim ağzımı kestiniz (Bizim köyde "ağzını kesmek" taklit etmek anlamındadır) diye kızdım. Yapmadıklarını söylediler ama inanmadım. Çünkü kulaklarımla duymuştum o sesleri.


Akşam olmuştu artık eve doğru gidiyorduk. Görevimde başarılıydım; kayıp hayvan yoktu. Ama kafamda hep o duyduğum sesler vardı. Gün uykuya dalmış, herkes eve toplanmıştı. Gün içinde yaşadıklarımı anlattım. Herkes gülmeye başladı. Resmen bir gülme krızi oldu. Krız bitince anam, o ses senin sesin dedi. Şaşırmıştım, nasıl yani. Anam "Dağlarda ses yankılanır sen ne söylersen, o da sana aynısını söyler"dedi. İnanırmış gibi oldum ama yine de mantıksız geldi. Hiç dağlardan ses çıkar mıydı, dağlar konuşur muydu?


Sabahı iple çektim. Yine dağlara gittim. Aynı şeyi tekrar tekrar test ettim. Evet doğruydu. Arkadaşlar da yaptılar, ses aynı sesti.


Yıllar geçti aradan. Bu fotoğrafı görünce dağlardan yankılanan sesim aklıma geldi. Kız gülümsemiş; cama yansıyan aksıda ona gülümsüyor. Doğa da böyle, insan ilişkileri de böyle. Ben kime nasıl davranırsam; gün oluyor karşımdaki de bana aynı şekilde davranıyor.


Yaşam ve ilişkilerimiz aslında kendi yansımamızdan oluşuyor.


DOSTÇA KALIN

Yazan: CANEL

6 Mart 2009 Cuma

DOSTLUKLARA......

Dost dediğiniz insanlar, bir yere gittiğinizde yanınızda bulunan, ne yaptığını ve size nasıl davranacağını bilen insanlar mıdır? Yada güldüğünüz, eğlendiğiniz, bazen de hüznü ve üzüntüyü paylaştığınız mıdır? Hasta olduğunuzda ziyaretinize gelen midir? Paranız olmadığında cebindeki tüm parasını çıkarıp size veren midir?

Dostluğu böyle tanımlıyorsak ya da böyle olduğunu düşünüyorsak; ya iyi dostluklar kuramıyoruz, ya da çok dostumuz olduğu yanılsamasını yaşıyoruz. Dostluk iyi ya da kötü günlerde yanımızda olup olmamasıyla değerlendirilecek bir şey değildir.

Dostluk diğer kişi için kendinden taviz verebilmektir. Taviz verebilme kavramı, maddi yada manevi her şeyi kapsayabilir. Herhangi bir çıkar olmadan verebilmekle başlayan, aynı başlangıç noktasıyla devam edendir. Özünde vermek vardır. Ama her şeyi vermek.

Önemli olan; almaya değil, vermeye odaklanmış bilinci oluşturabilmek. Bu bilinci oluşturabilmiş kişilikler, gerçek dostlukları oluşturabilir ve onu yaşayabilir.
Mevlana’nın dediğine bakalım.

Ben dostlarımı
ne kalbimle, ne de aklımla severim.
Olur ya, Kalp durur, Akıl unutur.
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O, ne durur, ne de unutur...

Dostluk iki insan arasında kilitlenmiş yıkılmaz bir duvar gibidir. Kurulması da zor, yıkılması da zor.
Dostluğunuza....

4 Mart 2009 Çarşamba

HAYATIN TIRMANIŞLARI

Hayat, ona verdiğimiz ad yada yüklediğimiz değer kadar bizimle vardır. O yüzden ki hayatı park ederek yaşarsak; sadece görünen şeyleri seyrederek zaman geçiririz. Ama hayatı fark ederek yaşarsak, hayatın bize sunduğu tüm renkleri görür, yaşama ait tüm duyguları yaşarız.
Yaşama dair ne yaşamamız gerekiyorsa onu yaşamalıyız. Salmalıyız kendimizi yaşamın içine. Korkmadan, ürkmeden..... Yani olabildiğince ben olmalıyız. Kalmamalı bende, bir sürü ahlar vahlar. Hayatımıza nokta konulduğunda, tekrar virgül atıp devam etme şansımız olmayacak.

Yazan: Adsız

3 Mart 2009 Salı

BÜTÜN EŞYALARIM KÜÇÜLÜYOR


Biz büyüdükçe her şey küçülür gibi olur. Elimizi tutan eller, giyindiğimiz elbiseler, oynadığımız oyuncaklar….. oysaki onlar küçülmüyor, biz büyüyoruz.

Biz büyüdükçe büyüyen başka şeylerde olur. Kendimiz gibi duygularımız büyür, daha karmaşık hale gelir. Tasa yaptığımız meseleler büyür, çok çeşitli hale gelir. Sorumluluk duyduğumuz insanlar büyür. Küçük dünyamız büyür, sonsuzluk içinde olduğumuzu anlarız. Anlatacağımız anılarımız büyür……

Biz büyürken küçülen şeyler de var mıdır acaba. ? Evet var.

Masumiyetimiz küçülür..
Güldüğümüz ve kendimizi mutlu hissettiğimiz saatler küçülür…
Kendimize olan sevgimiz küçülür…
Hayallerimiz küçülür…
Tüm hayallerimizin gerçekleşeceğine olan inancımız küçülür…
Küçük şeyleri başardığımız için duyduğumuz heyecanlar küçülür….

Biz büyüdükçe kötüleşiyor muyuz acaba ?

1 Mart 2009 Pazar

ESKİDENDİ O


Uzak geçmiş, çocukluğumuzun geçtiği zamanlardır. Nedendir tam olarak bilmiyorum ama çocukluk yıllarında onca olumsuz olaylar ve koşullar yaşamış olmamıza rağmen, hep güzel anıları vardır zihinlerimizde. Kötü anıların izleri yok ya da silinmiş gibidir. Çocukluk yıllarında ya biz her şeyi olduğundan daha iyi algılıyoruz ya da zihnimiz yıllar geçtikçe bize oyun yapıyor. Kötü anıları atıyor, yok gibi davranıyor. O dönemde ya savunma sistemlerimiz farklı ya da farklı bir bakış açımız var. Bu yüzden çocukluk yıllarımız aklımıza geldiğinde yüzümüzde gülümseme beliriyor.

Yakın geçmiş zamana yaklaştığımızda, her şeyin olumsuz tarafı biraz daha fazla yer kaplıyor. Hatıraların duyguları daha rahatsız edici oluyor. Hep acı veren, insanın içini burkan olaylar geliyor akla. Keşke dedirten cümleler daha sık çıkmaya başlıyor konuşmalarda. Sanki çocukluk yıllarımızın olumsuz duyguları yakın zamanın hatıralarına ekleniyor, çoğaltıyor onu.

Uzak geçmişimiz aklımıza geldiğinde, keşke o dönemi tekrar yaşasaydık derken, yakın geçmişimiz için keşke öyle olmasaydı diyoruz.

Meselenin bakış açısında olduğunu düşünüyorum. Şimdiki zamanın koşullarına çocuksu bakabilir ve çocuksu yaşayabilirsek eğer, tüm yaşamımız uzak geçmişteki gibi güzel anılarla dolu olur.

Hayatınızı çocukluğunuzdaki gibi en yalın haliyle yaşamanız dileğiyle…..

Doğal Kalın

KIZAK YAPMAYI BİLİYOR MUSUN ?

Erciyes’de kayak yapılan yere yürüyerek gidecektik otelden. İleride insanların büyük heyecanla aşağıya doğru kaydıklarını hem görüyor hem de yaptıkları heyecana ait sesleri uzaktan da duyabiliyorduk. Kayma isteği bizde de vardı ama galiba yeterince motive değildik. Bizim gruptan hiç kimse kaymak istemedi. Kayalım mı ? diye yarı isteksiz bir takım sorular çıkıyordu ağızlardan ama herhalde başkaları da kabul etmese de kaymasak der gibiydi. Kaymayacağımız kesinleşince, teleferikle yukarı çıkanları ve heyecanla aşağı inenleri seyretmeye başladım. Sonra kızaklara gözüm ilişti. Onları görünce, çocukluk yıllarım uzun metrajlı bir film gibi geçti gözümün önünden.

Çocukluğum bir ilçede geçti. Kar yağışlarının bol olduğu yıllardı, o yıllar. Kış ayları; uzun süre kar yağışlarının olduğu ve karın uzun bir süre erimeden kaldığı yıllardı. Kış aylarında bir çocuğun yapabileceği en iyi oyunlar hep karla ilgiliydi.

Durmaksızın kartopu oynardık. Oyunlarımız, karın kıpkırmızı yaptığı suratlar oluncaya kadar devam ederdi. Kartopu oyunu filmlerde izlediğimiz savaşlara çok benzerdi. Kardan kaleler yapardık. İki kale arasında yaklaşık 15- 20 metre kadar mesafe olurdu. Kale yapımı bittikten sonra birbirimize kartopu atarak savaşımızı başlatırdık. Bu öyle bir savaştı ki hem çok yorucu hem de çok keyif vericiydi. Karşı tarafın oyuncularına (ki biz bunlara düşman derdik) ya da düşmana kartopunu isabet ettirmek için çok çaba harcardık. Kartopu en can alıcı yere isabet etmeliydi. Özellikle kafasına değmeliydi. Vücudun alt tarafına değen kartopu çok zarar vermezdi, bu yüzden hep kafaya isabet ettirmek amacıyla atardık. Kalelerin arkasından birbirimize attığımız bu kartopu savaşı, hızımızı kesmez birbirimizin kalelerini ele geçirmeye çalışırdık. Düşmanın kalesine hücum eder, verebileceğimiz kadar zarar verdikten sonra en az zararla ve yakalanmadan kendi kalemize geri dönerdik. Yakalanırsak çok kötü yaparlardı bizi. Eğer geri dönmüşsek kalemize, bu sefer düşmandan gelen hücumları geri püskürtme pozisyonu alırdık. Kalemize onlar zarar vermeye çalışır, bizde hem kendimizi hem de çok değerli olan kalemizi korumaya çalışırdık. Bunu o kadar önemsiyorduk ki bazen yakaladığımız düşman arkadaşları çok kötü hale getirinceye kadar karın içinde tutuyorduk. Kim karşı kaleyi en fazla tahrip ederse o kazanırdı kartopu savaşını. Pes dedirtirdik, hatta önemli anlaşmalar bile hazırlardık.

Bulduğumuz biraz eğimli yer, bizim için kızak pisti oluyordu. Kaymaya uygun herhangi bir nesne çok iyi bir kızak olabiliyordu; bu bazen bir poşet, bazen tahta parçası, bazen naylon bir ayakkabı. Ama en güzeli ve prestijli olanı bir kızağın olmasıydı. O zamanlar; babalarımız elimizden tutarak, elimize de bir kızak vererek, bizi kızak kaymaya götürmüyorlardı. Hatta biz onların haberleri olmasın diye, bunları çok gizli saklı olarak yapmaya çalışırdık. Haberleri olduğunda nelerin olacağı baştan belliydi. Uzun bir nasihat faslı ya da bazen dayak. Çocuksu bu sevincimize neden bu kadar acımasız davranıyorlardı ki ?. O zamanlar anlayamamıştım, düşünüyorum da halen yine anlamsız geliyor. Her neyse kızak yapmak ya da bir kızağa sahip olmak önemli bir olaydı. Abim kendi arkadaş grubu döneminde en iyi kızak yapan kişiydi. Kendisine ve arkadaşlarına çok defa kızak yaptığına şahit olmuştum. Onun yaşıtı ilçeden ayrılıp gittiğinde, kızak yapma işi bizim devreye geçti. Abimden öğrendiğim kızak yapmayı, kendime ve arkadaşlarıma yaptığım kızaklarda uyguluyordum. O zamanlar şimdiki zamanlardaki kadar kızak yapmaya uygun malzeme bulamıyorduk. Yamuk yumuk tahtaları düzeltiyorduk, bazen de meyve kasalarından çıkardığımız tahtaları kullanıyorduk. Kızakta en önemli şey, kara değen kısmın mutlaka metal bir şey olmasıydı. Demircilerden temin etmek çoğu kez mümkün olmuyordu. Onlarda babalarımız gibi kızak yapmamıza kızıyorlardı. Bizde karyola yatakların altında bulunan ince uzun tenekeleri kullanıyorduk. Ama nerede bulacağımız sorunu vardı. Ona da çözüm bulmuştuk. Evde kimse yokken karyola yatakların altındaki bu tenekelerden bir tanesini alıyorduk. Nasıl olsa 15-20 tane daha vardı bir şey olmazdı. Ama her yıl kızak yapınca yataklardaki bu tenekelerin sayısı giderek azalıyordu. En sonunda yatağa yatan kişi kendisini yerde bulabilirdi.

Kızak pisti; bazen bir tarla, bazen de yollardı. En güzeli de yol olanıydı. Daha uzun oluyordu. Yolu kızak pisti yapmanın bir çok zorluğu vardı. Sana kızacak bir yakınınla karşılaşma olasılığın fazlaydı. Evden gizlice aldığın kayma materyalini görme şansları fazlaydı. Yolu çok fazla kaygan yaptığımız için; insanların düşmesine sebep verdiğimizden dolayı kızılan yada küfür yiyen taraf olma ihtimalimiz fazlaydı. Karşıdan aniden karşına çıkan bir arabayla bir tehlike yaşama olasılığın çok fazlaydı. Ama bizimde büyüklere en çok kızdığımız şey neydi biliyor musunuz ?: kapısının önünde kaymamızı istemeyen büyükler, hemen kaydığımız yola sobanın külünü döküyorlardı ya. Bu çok berbat bir şeydi.

Erciyeste gördüğüm kızaklar çok güzel görünüyordu. Renkliydiler, direksiyonları bile vardı. Onları görünce, kendimi çok şanssız hissettim.

Yürüyerek dağın zirvesine doğru gidiyorken; göz ucuyla bu kızaklara ve kayan çocuklara imrenerek bakıyordum. Çocuklardan bir tanesi bana “abi beni itermisin” dedi. Neden? dedim, iyi hızlanmıyor dedi. İttim onu, sonra benim yaptığım kızakların bu yokuşta ne kadar güzel kayacaklarını düşündüm.
Tutmak bile mümkün olmazdı onları.