HOŞGELDİNİZ


Fotoğrafları büyütmek için üzerine tıklayınız


HAYAT YAŞANTI ARAMAK DEĞİL, KENDİNİ ARAMAKTIR. (C.PAVESE)


23 Şubat 2010 Salı

YOLA DEVAM...

Zaman ilerledi, yolcu kalakaldı.
Durmak varmıydı çıkılan yolda?

Fotolar özgürken, sırt çantasını taşırken...
Dağ, bayır, kar, tipi demez deklanşöre basarken.
Bu durağanlık niye?
Zaman sinyal veriyor.
Yeniyi getir, eskiyi arşive kaldır diyor."Hey, hadi artık sayfayı başka bir foto ile fotoyu süsleyen cümlelerle anlamdır diyor". Kulağınıza sesler gelmiyor mu?
Gönderen: Yağmur

25 Aralık 2009 Cuma

DENİZ VE KAYIK


Bahar, alıp başını gitmelerin mevsimidir.
Sebepsiz yere bazen.
Önünü ardını hesaplamadan.
Hesapsız, kitapsız çekip gitmelerin mevsimidir bahar.
Bir bakarsınız kekik kokulu bir nisan sabahı koparıp alıverir sizi hayattan.
Çiçek açmış bir kiraz ağacının hayaliyle yollara düşersiniz.
CAN DÜNDAR

Gönderen: Melis



20 Aralık 2009 Pazar

RUHUNUZU BESLEYİN


Bir zamanlar dört karısı olan zengin bir kral vardı.

En çok dördüncü karısını sever, ona en değerli giysiler, mücevherler verir, en nadide yiyeceklerle beslerdi.

Üçüncü karısını da çok sever, onu hep komşu krallıklara giderken yanında götürmekten gurur duyardı. Ancak, bir gün kendisini terk edip, başkasına kaçacağından korkardı.

İkinci karısını da severdi. O kendisine sırdaş, daima nazik, düşünceli ve sabırlı birisiydi. Ona güvenirdi ve zor zamanlarında hep yanında olduğunu bilirdi.

Kralın ilk karısı çok sadık bir eşti. Krallığını ve zenginliğini sürdürmesinde büyük katkıları olmuştu. Ama kral onu pek sevmezdi. İlk karısı onu derin bir aşkla sevmesine karşın, kral ona pek özen göstermezdi.

Bir gün kral hastalandı. Pek zamanı kalmadığını, ölümün yaklaştığını biliyordu. Muhteşem yaşamını düşündü. “Şimdi dört karım var, ama ölünce yapayalnız olacağım” diye söylendi.

Böylece, dördüncü karısına,

-“En çok seni sevdim, en büyük ihtimamı sana gösterdim, şimdi ölüyorum, beni yalnız bırakmayıp benimle gelir misin?” diye sordu.

-“Asla!” dedi dördüncü karısı ve başka bir tek söz etmeden çıkıp gitti.

Bu cevap bir hançer gibi yüreğine saplandı.

Üzgün kral üçüncü karısına,

-“Seni tüm yaşamımda sevdim, şimdi ölüyorum, benimle gelir misin” diye sordu.

-“Hayır !” dedi üçüncü karısı, “Yaşam çok güzel, sen ölünce tekrar evleneceğim.”

Kralın kalbi sıkıştı, buz gibi oldu.

İkinci karısına döndü,

-“Ne zaman yardım istesem, hep yanımdaydın. Şimdi ölüyorum, benimle gelir misin?”

-İkinci karısı, “ Üzgünüm, bu sefer sana yardım edemem, en fazla seninle mezarına kadar gelebilirim.” dedi.

Onun yanıtı da bir yıldırım düşmesi gibi geldi ve kral çöktü.

Tam o sırada bir ses,

-“ Ben seninleyim, nereye gidersen git, seninle geleceğim.”, diye seslendi.

Kral baktı, birinci karısıydı. Öylesine zayıf, naif, ihmal edilmiş bir haldeydi ki. Derinden hüzünlenen kral,

-“Elimde fırsat varken, sana daha çok ihtimam göstermeliydim, oysa ben seni çok ihmal ettim” dedi.

Gerçekte, yaşamımızda hepimizin dört karısı vardır.

Dördüncü karımız bedenimizdir. Yaşam boyu güzel görünsün diye ne denli zaman ve emek harcarsak harcayalım, öldüğümüzde bizi terk edecektir.

Üçüncü karımız, mal-mülk, mevki ve zenginliğimizdir. Öldüğümüzde başkalarına gidecek, başkalarıyla evlenecektir.

İkinci karımız, ailemiz, dostlarımız, kardeşlerimizdir. Yaşam boyu ne kadar yanımızda olurlarsa olsunlar, bizimle gelebilecekleri en uzak nokta, mezarımıza kadardır.

Birinci karımız, RUHUMUZ dur. Çoğunlukla, zenginlik, güç, dünya zevklerini elde etme uğraşlarımız arasında ihmal edilmiştir. Ancak, nereye gidersek gidelim, bizi izleyecek tek şeyimizdir. Evrenin Ulu Mimarı’na doğru yükselirken, bizimle gelecek ve sonsuza dek devam edecek tek parçamızdır o.

Gönderen: Filiz

19 Aralık 2009 Cumartesi

BİR GÜN, BİR KİŞİ


Bir gün, bir kişi;

Kendi türleriyle uçmayı ret eden iki ayrı cins kuşa rastlar. Hayli merak eder. Bu iki farklı yaratığın, nasıl olup ta kendi aileleriyle, ait olduklarıyla yaşamak istemediklerini, bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini anlamaya çalışır. Biri karga, diğeri leylek. İkisi de o kadar farklıdır ki, ihtimal vermez birbirlerini sevdiklerini. Kardeşleriyle değil de, birbiriyle uçmayı yeğlediklerini. Öyle ya; karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle.

Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunuanlayıncaya kadar. O zaman anlar ki;birlikte kaçar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar. Bunlar diğerlerinin yanında tutunamayanlardır.

O zaman anlar ki, kimilerini birbirine yakın kılan, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır. Topal kuşlar birbirlerinin arızalarını bilir, sömürmek, örtmek yerine kabullenirler. Öyleyse en gerçek dostluklar, ortak varlıklarımız üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulandır. Aynı şekilde; zengin ve mesut olanların ortak paydaları, sabun gibi uçar gider.

Mevlana

Gönderen: Adsız

11 Aralık 2009 Cuma

GÖL OLMAYA ÇALIŞ


Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı.

Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

-"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle

- "Acı" diye cevap verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:

-"Tadı nasıl?"

- "Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.

-"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam,

- "Hayır" diye cevapladı çırağı.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi: -"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."


Gönderen: Urud

9 Aralık 2009 Çarşamba

BARDAĞI YERE BIRAKIN BUGÜN

Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı.
Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu.

-"Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?"
-50gm!' .... '100gm!' .....'125gm'..diye öğrenciler yanıtladı.
-"Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem, " dedi profösör, "ama, benim sorum şu ki :"Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?"
-'Hiçbir şey' diye yanıtladı öğrenciler.
-"Tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?" diye sordu profesör bu kez.
-"Kolunuz ağrımaya başlardı efendim" diye öğrencilerden biri yanıtladı
-"Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?"
-"Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!".

Tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler.

-"Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?"diye sordu profesör.
-"Hayır." diye yanıtladı herkes.
-Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?

Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.

-"Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?"diye tekrar profesör sordu.
-"Bardağı bırakın düşsün!" diye öğrencilerden biri yanıt verdi.
-"Kesinlikle! " dedi, profesör.

"Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürsün. Başınız ağrımaya başlar.Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur.Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir,Fakat DAHA ÖNEMLİSİ onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). Bu şekilde strese girmez, ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz!

"Bardağı yere bırakın bugün!"

Gönderen: Adsız

7 Aralık 2009 Pazartesi

BULAMAZSIN



Bir kere inkara düştünmü,

kendini aşmaya yol bulamazsın.

Vehimler, şüpheler bozar ruhunu,

seni kaldıracak el bulamazsın.


Elbet dünya döner, bizde döneriz.

Bir müddet parıldar, sonra söneriz.

Yükseklerden engine ineriz,

halinden anlayan dil bulamazsın.


Ömür, akar gider yokluk gölüne,

insanoğlu düşmüş serap çölüne,

hayat benzer bir gecelik geline,

kendin gibi akan sel bulamazsın.

Ektiğin tohumlar bir türlü bitmez,

müşkülü yenmeye ömür yetmez,

kuş olsan sana yinede kar etmez,

arasan, konacak dal bulamazsın.


Gönderen: Adsız

BİZDEN KALACAK OLANLAR


2 Aralık 2009 Çarşamba

KÜÇÜK DEV


Hepimiz bir zamanlar küçük devdik.
Küçük devken, yapamadıklarımızı bir an önce yapabilmek için büyük ve kocaman dev olmak istedik.
Büyük dev olduğumuzda ise, küçük devken yapamadıklarımıza üzüldük.
Yazan: Adsız

29 Kasım 2009 Pazar

BEN

Ağaçların arasından, dağların tepesinden, güneşin kavuran yüzünden, yağmurun çisiltisinden devire devire geçersin patika yolları. Bazen hızlı ve hırslı, bazen yumuşak ve gürültüsüz. Ruh haline bağlıdır adımların. Ve beyninin en derinlerindeki içli yorumların. Sıkıntın, derdin, kederin, mutluluğun, neşen ve gülüşlerin. Girebileceğin her hal ve oynayabileceğin bütün karakterler. Her kelimenin sonu, her rolün başı, her acının ve mutluluğun sonundaki adres sana çıkar. Yani “ ben” dediğin sana…

Çok kalabalıkta da yalnızsındır.
Çok yalnızda da yalnız.
İnsan yalnız kalmak istemeye görsün…

“Ben”
Patika yolları aştım…
Issız dağlara kendimi vurdum…
Çiçekli bahçelerde gördüm…
Rüzgarlar tenimi de yaktı…

“Sen”
Çok kalabalıkta da yalnız kaldın…
Ama değişmeyen tek şey bütün yollar kendine çıktı.

Ve
“Ben” çok şey gördüm ama tek kendimi göremedim.
Ruhun körlüğü bu olsa gerek.

Kendini keşfe çıkman ümidiyle.

Yazan: Yağmur

PARMAKLARINI KAPTIRINCA


SEN İSTERSEN UZAK, UZAK DEĞİLDİR.


Bayram sabahının yalnızlığını, babamlarla geçirdiğim kalabalık kahvaltıyla doldurduktan sonra, "aptalın karnı doyunca gözü yolda olurmuş" deyimine uygun bir şekilde kendi evime geldim. Bahçemdeki inanılmaz sonbahar havası, beni otomatik olarak çay moduna soktu. Bu arada kadim dostum Cengiz' de geldi. Şiir gibi sonbahar ışığı altında bahçede çayımızı yudumlarken, onunla gezi planı oluşturduk.


Bir kaç hafta önceki gezimizde gördüğümüz bir zirveye çıkmayı hayal etmiştik. Zirve, çok büyük ve uzaktı. Bir hayalin gerçekleşmesinin ne kadar güzel olacağını düşündük. Çay malzemelerimizi ve ben fotoğraf makinamı alarak, benim emektar renault 12 le çıktık yola.


Güzel, güneşli, "tadımı çıkarın bak kış gelmeden der gibi" sıcak rüzgarsız bir Karaman gününde, vurduk kendimizi yola. Şehrin gergin negatif atmosferinden, doğanın sımsıcak kucaklayan kollarına ulaştıkça, içimize akan huzuru tadmak inanılmazdı. Etraf, sonbaharın verdiği sarı kırmızı yapraklı ağaçlarla farklı bir görüntüye bürünmüş, kışa hazırım artık beyaz örtümü isterim der gibiydi.


Gideceğimiz dağın zirvesini görünce, bir an ürkmedim dersem yalan olur. En az 10 kilometre dağın eteğine yürüyecek ve 5 kilometre kadarda tırmanacaktık. Arabayı kenara parkettikten sonra, patikamsı bir yoldan başladık yürümeye. Yanıma su almayı unutmuştum ve sabah annemin kahvaltıda yedirdiği lezzetli kavurma beynime su sinyalleri göndermeye başlamıştı... (zaten bir şeyleri unutmazsam olmazdı :) Yürürken bakımsız bahçelerde, doğal büyüyen organik elmalardan yiyerek susuzluğumu bastırdım. Her zamanki gibi rahat bir yürüyüş temposuyla, Cengiz'le etrafın güzelliklerini kaçırmadan, doğayı yaşayarak ve hissederek başladı gezimiz.


Uzakta erişilmez gibi görünen zirve, biz adımlarımızı attıkça bize geliyormuşçasına yaklaşıyordu. Yol arkadaşlığı hayat gibidir. Bir ritm ister. Eğer ritm tutmazsa, yol zehir olur. Aynen hayatınızdaki diğer arkadaşlıklarınız ve ilişkilerinizdeki gibidir. Yol boyunca Cengiz'le gördüğümüz güzellikler ve geleceğimize dair projelerimiz üzerine konuştuk. Proje dediğimiz ise; basit ve doğal yaşamdan başka bir şey değil. İnsanı geren, sıkan, şehir ve iş hayatının ruhumuzu kemiren, karanlıklar pompalayan dünyasından kaçma, uzak yaşama hayalinden ibaret. Etrafımızda bizi yöneten önyargı ve kuralları reddetmeyi her zaman kendim için kullansam da, yine de şehir hayatının bana, pek çok konuda sıkıntı verdiğinin bilincindeyim.


Yatay sonbahar ışığında, bir kaç kare almaya niyetlensem de, stüdyo tarzı kuş fotoğrafı çeken ben için, biraz acemice çekimlerim oldu. Bu konuda üstad Cengiz daha başarılıydı. Bol bol çıkacağımız dağı, etrafı ve kendimizi çekmekle yetindik.


Dağın eteğine patika bir yoldan geldik. Dağ, bütün heybetiyle karşımızda bizi bekliyordu. Uzakta gördüğümüz bir kaç kavak ağacı, bizi kendisine yöneltti. Düşündüğümüz gibi bir su pınarı vardı. O lezzetli kaynak suyundan, kana kana içtik. Kısa bir oturma ve dinlenmenin akabinde Allah'ın "yürü yaa kulum" demesi gibi vurduk kendimizi dağa. Bisikletçi günlerimin ve sürekli dağ tırmanmanın hediyesiyle çok rahat ve seri adımlarla tırmanmaya başladım. Fakat bir an önce zirveye çıkmayı değil; her adımımda etrafın güzelliklerini, toprağı, sararmış meşe ağaçlarının yapraklarını, etrafımızı çeviren dağları ve mavi gökyüzünü özümseyerek, hissederek tırmanma yapmayı istedim.


Kuş gözlemi olarak, hayatımın ilk çit kuşunu bu gezide görmek beni çok mutlu etti. Yol boyunca yürürken, bize ardıç kuşları ve karatavuklar eşlik etti. Bir kaç baştankara, bizi o güzel ötüşleriyle selamladı. Zirveye doğru gördüğümüz keklik sürüleri, gezimize ayrı bir lezzet kattı.


Zirveyi hayal ederken, karşımıza yeni zirveler çıktı. Bu bize ayrı bir güç verdi. Kayalardan tırmandık, topraklı taşlı yerlerden yürüdük. Bizi çağıran zirve, nihayet karşımızdaydı. Zirveye ulaştığımızda, inanılmaz bir hiçlik duygusu, etrafımızı saran dağların, vadilerin güzelliği ve benim için çok değerli olan sessizliğin sesi vardı. Sadece seyrettik. İçimdeki garip bir duyguydu. Bu zirvedeki sukunet, anlatılacak gibi değil. İşte, hayat buydu. Bir hiçtik... Hem de kocaman bir hiç. Övünecek işimiz, arabalarımız, gösterişli evlerimiz, kibir, ego, kin, nefret ve bunun gibi insanoğlunun ruhunu karartan duygular zirvede yoktu. En önemlisi de, dağın umrunda değildi. Olması gerekeni yaptım, sadece sevdiklerimi düşündüm. Sevgi...


Cengiz'in telefonundan çalan Kitaronun Silk Road şarkısı ruhumuzu sararken, benim yaktığım gevenin ateşi ellerimizi ısıtıyordu. Zirvede bir süre kaldıktan sonra, veda zamanı gelmişti artık. Etrafa son bir kez daha baktım. Uzaklarda bizi bekleyen, gel diyen zirveler, yollar, vadiler ağaçlar...


Sessiz bir dağ inişi yaptık. Cengiz'le mesafeyi açtım. Onun istediği olan "kendisiyle olma duygusuyla" başbaşa bıraktım. İndikçe ne kadar zor bir işi başarmış olmanın haklı lezzeti, ruhumuzu sardı. Gün batımına yaklaşan güneşin yatay ışığı, o kadar berraklaştırmıştıki etrafı....
Arabaya kadar ki olan yolda, içeceğimiz çayın hayaliyle yürüdük. 30 kilometre civarında yürümüştük. Bu mesafe, benim gibi oturan için ilaç gibiydi. Semaverimizde oluşan bir arıza, çaylarımızı evde içmemiz gerektiğini söyledi.


Arabanın yanında oturup, dağımızı son bir kez daha izledik. Gün batımına doğru.

Sonra, şehrin karanlığına dönüş...


Yazan: Kürşat Akın.
********************************************************************

Cengiz Bey harikasınız. Hayatta bu kadar dost olarak uyumlu ve hayatını doğayla birlikte uyum halinde götüren ve hayatına anlamdan ötesini katan insanlar zor bulunur. Sizin dostluğunuza ve doğayı bu denli zevkli yaşayan insanlar olmanıza hayran kalmamak mümkün değil. Ama içimizde kıskançlık olmuyor da değil. Keşke bende orada olsaydım demekten kendimi alamıyorum.

Öncelikle bu denli güzel yerleri ve yazıları bizimle paylaşan size, sonra da yazıyı okurken bu denli o ortamı yaşıyormuş gibi hissettiren Kürşat beye de sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Sizi tanımak benim için gurur verici.

Yazan: Melis

19 Kasım 2009 Perşembe

TREN SESİ

TREN SESİ
Garibim.
ne bir güzel var
avutucak bu gönlümü
bu şehirde.
ne de tanıdık çehre.
Bir tren sesi
duymaya göreyim,
iki gözüm iki çeşme
Orhan Veli Kanık

15 Kasım 2009 Pazar

MANZARA MI? EN İYİSİ VAR.


Hafta içi planladığımız Pozantı- Adana gezisi için soğuk ve kapalı bir Karaman sabahından, üstad Cengiz’le birlikte çıktık yolumuza.

Ereğli’de bizi karşılayan yağmur gün boyunca yoldaşımız oldu bize. Yolda görmeyi çok istediğim Bolkarlar, etrafımızı kaplayan sis ve yağmur sebebiyle bize asi ve heybetli görüntüsünü vermese de, siste yolculuk çok keyifliydi. Koskocaman bir hiçliğin ortasında gibiydik. Müzik ve muhabbetle, zaman kaygısı olmadan kendimizi bir anda Pozantı’da bulduk.

Yüreğimizin değil, midemizin sesini dinledik ve şehir girişinde bayanların gözleme yaptığı bir mekâna kurulduk. Gözlemenin yanında benim ricamı kırmayarak tavada yumurta yapmaları bizim için bonus oldu. Bol çay, gözleme ve salatayla kahvaltımızı yaptık. Ardımızda samimi ve gülümseyen insanlar bırakarak Belemedik’e doğru yola çıktık.

Yanımızda akan dere ve çınar ağaçlarının sonbahar tadındaki renkleri ve Torosların ihtişamlı görüntüsü yol boyunca eşlik etti. Tren istasyonuna aracımızı bıraktıktan sonra, Almanların 1908’ li yıllarda yaptığı eski yerleşim bölgesine fotoğraf çekmeye gittik. Yıkılmış harabe yapılar, çınar ağaçları ve bu güzellikte yaşama şansına erişmiş bir kaç yöre insanı vardı. Bol fotoğraf çektik. Sonbahar kendisini belli etmiş, etraf sarı ve yeşilin renk karmaşasına bürünmüştü. Derin bir sessizlik ve hafif yağmur vardı. Hayatımın kalanını yaşayacağım yer gibi hissettim burayı. Belemediği terk ederken, içimden bir ses burayı daha sonraları çok sık göreceğimi söylüyordu.

Adana'da bizi bekleyen Mustafa Tor ve eşleri Berrin ablayı daha fazla bekletmemek için Adana istikametine yola koyulduk. Yolda hafif yağmur eşliğinde Torosların güzelliğinden Çukurova’ya doğru yol aldık. Güneşli bir güne uyanan Adana’ya, beraberimizde yağmuru getirmiştik.

Güzel başladığımız günümüzü, yine yağmur eşliğinde sakin bir geri dönüş yolculuğuyla sonlandırdık.

Yazan: Kürşat Akın

12 Kasım 2009 Perşembe

ANILARIYLA BERABER YIKILDI

Yaz aylarında defalarca içerisinden geçtiğimiz bir yayla köyü vardır. Yol tam olarak bu köyün ortasından geçiyor. Her geçişimiz sırasında burada yaşayan insanların fotoğraflarını çekmek istemişimdir ama izin vermeyecekleri düşüncesiyle hep “daha sonra gelir izin alır çekeriz” diyerek vazgeçmişimdir.

Sonbahara girip de havaların soğumasıyla birlikte bu yayla köyünden insanlar göç eder, sonraki yaz ayına kadar bir daha da uğramazlar.

Yine bu köyden yalnız geçişim sırasında yaz aylarında gördüğüm insanları göremedim. Köyün kendi yalnızlığına bırakılmış olması, farklı duygular oluşturdu içimde. Genelde insanın ya da başka bir canlının olmadığı fotoğrafları fazla çekmediğimden, bu köyde fotoğraf karesi oluşturmak zor oldu. Oysaki kısa süre öncesinde bu köyün her yerinde her türden canlı vardı. Şimdi ise bomboştu.

Bu köy içerisinde eski ya da yeni çok sayıda ev vardı. Ama sadece bir tanesi yıkılmıştı. Sanırım bu evin sahipleri daha önce terk etmişlerdi onu.
Doğal Kalın.

10 Kasım 2009 Salı

KÜÇÜK CAMDAN GÖRÜNENLER



BAKIŞLAR


Etrafımda onlarca çocuk. "Abi beni çek, arkadaşımla çek" diyen sesler. Birden her yanımı sardılar. Kafamı çevirmekten, her çocuğun çağırmasına dikkat etmekten neredeyse başım dönmeye başladı. Cıvıltılı, masum, samimi ve bir o kadar da rekabetçiydi hepsi.

Doğal Kalın.

7 Kasım 2009 Cumartesi

RUHUNU ÖZGÜR BIRAKTI


Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.
"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun...
İstemek de güzel.
Can Yücel

6 Kasım 2009 Cuma

100 YIL ÖNCESİNDEN DEĞİL. ŞİMDİKİ ZAMANDAN


Geçen sene Safranbolu'ya giderken yol kenarından Karabük Demir Çelik fabrikasını tüm ihtişamıyla görme şansımız oldu. Fabrikaya yaklaştıkça ihtişamı daha da artıyordu. Hem fabrikayı görmek, hem de bir kaç fotoğrafını çekmek istedik.

Yolla fabrika arasında bulunan tel örgülerin arasından, biraz da üzerinden fotoğraf çekme çabamıza henüz yeni başlamıştık ki, birden yanımızda güvenlik elemanları belirdi. Ne yaptığımızı sorgulamaya başladılar. Kendimizi ve fotoğrafları çekme amacımızı anlattık. Sanatsal kaygılarımızla çektiğimize ikna olduklarını farkedince, biz onlara soru sormaya başladık. Bu kadar hızlı nasıl yanımıza geldiklerini, niye geldiklerini sorduk. Fabrikanın çevresi de kamera sistemiyle izleniyormuş. Bizi farkeder etmez hemen harekete geçmişler. Niye geldiklerini ise; fabrikanın bacasından çıkan dumanı göstererek, bunun basında yayınlanmaması, olumsuz bir kamuoyu oluşturulmaması için olduğunu açıkladılar.

Doğal Kalın.

4 Kasım 2009 Çarşamba

İKİNCİLİK ÖDÜLÜ


Bu Fotoğrafım JANSSEN-CILAG Firmasının düzenlediği İŞLEVSELLİK Konulu Fotoğraf yarışmasında İkinci Olmuştur.
İlgi ve beğeninize sunuyorum.

2 Kasım 2009 Pazartesi

ÜCRETLİ MODEL



Kayseri ili sınırları içerisindeki Kapuzbaşı Şelalesine yaptığımız gezi sırasında çekmiştim bu fotoğrafı.
Diğer arkadaşlarla beraber köy içindeki gezimiz sırasında çok fazla çocuk fotoğraf çektirme umuduyla peşimize takılmıştı. Bu iyi bir fırsattı. Fırsatı değerlendirdikten sonra köy içinde yukarı doğru ilerliyorduk ki, fotoğraftaki çocukla beraber başka bir çocuk ve babası yol kenarında oturuyorlardı. Bu çocuğun bakışları ve görünümü bizi fazlaca etkileyince bir kaç kişi aynı anda fotoğraf çekmeye başladık. Çok küçük yaşta olmasına rağmen tüm istediğimiz bakış ve vücut pozisyonunu verebiliyordu. Babasının yönlendirmesi de hiç eksik olmuyordu bu arada. Kızım da dahil olmak üzere çok sayıda fotoğrafını çekme fırsatı verdi bize. Çocuğun fotoğraf çekmemize bu kadar uyumlu olması kafamda soru işareti oluşturmadı da değil.

"Tamam yeter artık" dediğimiz anda çocuğun babası "haydi bakalım çocuğa biraz para verinde sevinsin" demezmi. Kafamda bir çok çatışmalı düşünce gelişti. Vermelimiyim yoksa... Her neyse verdim.

Hemen sonra çocuğun babası parayı alıp kendi cebine koydu.

Doğal Kalın

1 Kasım 2009 Pazar

BABADAN OĞULA


Baba olarak oğluma asla nasihat etmiyeceğim. Kendisi görecek, öğrenecek ve kendi olacak. Dış dünyanın gereksiz dayatmalarıyla değil, aklını kullanarak yorumlayacak hayatı. Doğayı sevecek ki, karşılıksız sevmeyi öğrenecek.

Üstadım teşekkürler...

Yazan: Kürşat Akın

19 Ekim 2009 Pazartesi

SANATSAL FAALİYET

Ankara dönüşü sırasında buluştuğumuz arkadaşlar, daha önce Tuz Gölü'ne gidip gitmediğimi sordu. Çok istiyordum ama gitmemiştim. Beyaz Melek filmindeki Tuz gölünün sahne görselliği beni çok etkilemişti. Hem Gölü görmek, hemde çıkabilecek fotoğrafik kareleri değerlendirmek istiyordum. Bu yüzden arkadaşın teklifini kabul ettik.
Hava kararmak üzereydi ve göl yarım saatlik bir mesafedeydi. En güzel günbatımının olduğu gölde bunu görmek istiyorduk. Karayollarındaki tüm hız limitlerini fazlaca geçerek günbatımına yetiştik.
Tuz gölünün üzerinde güneş ateş topu gibi duruyor, çok sayıda insan bu mucizevi görüntüye büyülenmiş gibi bakıyordu. Teknolojinin nimetlerinden olan fotoğraf makinaları hemen herkesin elinde vardı. Zihinlerinin algıladığını, sonsuza kadar kayıt altına almak için kullanıyorlardı.
Bende fotoğrafik bir kare çıkar mı düşüncesiyle avcı pozisyonunu almıştım. Bir çift vardı. Birbirlerine pozlar veriyorlardı. İzin alırsam doğallıklarını bozarım düşüncesiyle haber vermeden fotoğraflarını çektim. Farkedildiğimde konuşmaya başladık. Nişanlılarmış ve düğün öncesinde buraya geziye gelmişler.
Bu fotoğrafı düğün hediyesi olarak onlara hediye ediyorum.
Doğal Kalın.

16 Ekim 2009 Cuma

İSTEMEK

Duygular alemi (duygularımız) toprağa benzer.
Hakkı bulmak, onu istemek arzusu da rüzgar gibidir. Rüzgar, her an toprağı yerden, aşağılardan alır, gökyüzüne, ötelere doğru yükseltir. Yani duygularımızı, topraktan yaratılan bedenimizi, hakkı istek ve sevgi rüzgarı alır, yücelere doğru yükseltir. İstek atına binip yükselen bu toprak ne mübarektir, ne kadar kutludur. Balçıktan onu çekip alan bu isteğin yükselttiği beden ne mesuttur!
Divan-ı KebirRumi

5 Ekim 2009 Pazartesi

TERKETTİKLERİMİZ

Bu fotoyu görünce 5 yıl öncesi aklıma geldi. O günlerde bizi daha terk etmemişti. Ailenin en büyük yardımcısı ve kardeşlerinin de abisiydi.

Babası ona seneler önce motor vermişti. Onu sanki gökyüzünde uçuyormuşçasına sürerdi. Her yere motoruyla giderdi. Markete, işe vs..

Yine bir gün 3-4 aylığına şehir dışına çalışmaya gidecekti. Sevdiği, tanıdığı herkesle vedalaşıyordu. Bir yandan da “ya gelirim ya gelemem hakkınızı helal edin” diyordu. Herkes helal etmesine ediyordu ama son görüşleri olduğunu bilmiyordu.

Son yolculuğunu da çok sevdiği motoru ile yaptı.


Yazan: Tuğba

30 Eylül 2009 Çarşamba

NADAS

Nadasa bıraktım yüreğimi...
Ne sevgi ekeceğim, ne kin ne nefret,
o ak sakallı toprağa...
Ayaz akşamların konuğu olmayacak ayrılıklar...
Güneşi eritmeyecek, tenime değmeyen teninin soğuk sıcaklığı.

Kentin ışıkları yalnızca ışık,
bulutları yalnızca bulut,
papatyalar yalnızca papatya
ve sen yalnızca sen olacaksın, yalnızca sen.
Nadasa bıraktım mısralarımı,
ne bahar sevişecek,
ne şarap bordosu akşamlar.

Bu dardamağan yatakta...
saçlarımdan süzülmeyecek heyecan şıraları...
Tırnaklarıma dökülmeyecek, avuçlarıma...
Suskun dokuyacağım huzur tezgahında...

Nadasa bıraktım gökyüzünü...
ne umut uçurtacağım,
ne dilek ne sitem.

Gönderen: Dilek Ülvan Yılmaz

28 Eylül 2009 Pazartesi

BİR ANNEYİM BEN


Zaman geçsede acım dinmek bilmiyor.
Yıllar bibirini kovalasa da unutulmuyor evlat acısı. İçime akıttığım gözyaşlarım sel olup akıyor. Acısı dinmeyen bir anneyim.

Büyük bir ümitle anne olacağım saatleri 9ay bekledim. Soğuk bir Kasım günü dünyaya açtın gözlerini. Doğduğunda diğer bebekler gibi ağlamadın. Sütümü emmeden baş parmağını emmeye başladın. İki aylık olduğunda hastalandın. Komşudan borç alarak götürdüm seni doktora. Reçete yazdı. İlaçlarını yoksulluktan alamadım.

Bir ramazan günü davulun sesiyle uyandığımda, ilk senin beşiğine baktım. Cansız bedenin uzanıyordu. Bize erken veda etmiştin.

Seni görmesemde, anne diyen sesini işitmesemde, kokunu duymasamda, aramızda olmasanda, anılarınla avunup, yüreğimin gizli köşesinde yaşatıyorum seni.

Bir anneyim ben.

BALIK AVCISI DEĞİL TENEKE AVCISI


Geçen hafta içinde Foto İz adlı fotoğraf sitesinin organize ettiği Düzce kampına katıldım. Yol uzaktı. Uzun ve keyifli bir yolculuktan sonra kamp yerine giden ikinci kişiydim. Birincisi Mersin’den gelen Osman beydi.Tanıştıktan sonra, yaşamıyla ilgili olarak yaptığımız sohbet devam ederken, yeni gelenlerin olmasıyla giderek kalabalıklaşmaya başladık. Ben bu fotoğraf sitesine üye değildim ve hiç kimseyi tanımıyordum. Yabancılık duygusunu kısa süreli de olsa hissettim. Zaman ilerleyince giderek kaynaşmaya başladık. Ortam eğlenceli hale gelmeye başladı. Genelde böylesi büyük topluluklarda gruplaşmalar kaçınılmaz olur. Arif, Rüknettin, Mete, Uğur, Atakan beylerle küçük bir grup oluşturduk.

Bizim gruptakilerle sabahın erken saatinde, gün aydınlanmadan yola çıkıp, gölün üzerinde güneşin doğuşunun fotoğraflarını çekmeyi planladık. Sabah 6 da planı uygulamaya başladık. İlk olarak yoğun sis içerisindeki ormanlık ve köy manzarasının fotoğrafını çekmek için Top Tepe olarak adlandırılan bir tepeye çıktık. Güneş henüz doğmamıştı. Geniş bir alana yayılmış yoğun sis tabakasının yaptığı görsellik büyüleyiciydi. Uzaktaki ağaçlar, köyler ve yollar belli belirsiz görünüyordu. Yağlı boya tablosunun canlı hali, önümüzde duruyormuş gibiydi.

Çekilen çok sayıda fotoğraftan sonra aşağıdaki göle doğru yolumuza devam ettik. Göl kenarındaki kuş gözlem kulesi ve iskele, sis altında gizemli bir hal almıştı. Yıllar öncesinden ya da başka gezegenden gelmiş gibiydiler. Buranın büyüleyici atmosferi ilk anda şaşkınlık benzeri bir hal oluşturdu üzerimizde. Nereden nasıl başlasak, nasıl fotograflasak diye düşündük. Değişik fikirler çıktı. Arif beyin yanında balık oltası vardı. Bu gölde, sisli havada balık tutan birisinin fotoğrafını çekmek düşüncesi en çok tutulan fikir oldu.

Balık oltası, sandalye ve avcı şapkası. Kompozisyon için her şey vardı. Uzaktan birkaç kare aldık. Birde ne görelim güzelim nilüferlerin arasında en az onların sayısı kadar teneke ve plastik kutu. İnsanların doğayı kirletmesini hangi mantıkla yaptıklarına aklımız bir türlü ermedi. İçtiğin içkinin ambalajını neden kaldırıpda göle atarsın ki. Biz bunu anlayamadık. Kızalım mı, başka bir şey mi söyleyelim, tepkimizi nasıl verelim bilemedik.

Arkadaştan sonra balıkçı modeli ben oldum. Oturdum sandalyeye ve elime oltayı aldım. Balık tutan birisi gibi davranacaktım, arkadaşlarda fotoğrafımı çekecekti. Bu ortamda fotoğraf çekmek gerçekten çok zor bir iş. Oltanın ucunu kadraja almaya kalksanız her yer kutu. Fotoğrafta görüntü kirliliği yapacak. Temiz bir açı bulmak da mümkün değil. Neyseki arkadaşın fikri yardımımıza yetişti. “Merak etmeyin Photoshopla bu kutuları sileriz.”

Bu fotoğraftaki yüzlerce kutuyu bende bilgisayar programıyla temizledim. Artık göl tertemiz oldu.

Doğal Kalın.

KAPI ÖNÜNDE OYUN


Uzaklaşmadan ama oyun alanını kısıtlamadan. Kaybederken ama hile yapmadan. Düşerken ama dizlerin acımadan. Top peşinde koşarken, ip üstünden atlarken. Severken ve mutlu olurken. Avuçlarında kocaman ama ağzında küçücük şekerleri eritirken...

Akşam vakti annenin aralık bıraktığı kapıdan girerken ama gözünün dışarıda kalmasıyla pencereye bakıp tekrar tekrar sokağa iç geçirmek. 1 dakikanın en kıymetli olduğu anlar. Sanki 1 dakika daha koşsa sokakta doyacakmış gibi her seslenişte 1 dakika daha diye karşılık veren minicik dudaklar. Serbest yaşamlar.

Kovalamaca, yakar top, bisiklet, elim sende, ip, maç, istop, saklambaç ve çocukluk.Ve sen en saf duygularım. Kapı önünde bıraktıklarım. Büyüdüklerim ve benimle birlikte büyüyen en acımasız yaşamım.

Özledim soğukta titremeyi, sümüklerimi kollarıma silmeyi, komşu kadının çocuğuna sürerken arkadaşınada ver diye yolladığı ballı ekmeği. Ve sokakcık seninle paylaştığım elmaları özledim.

Ve dahası... Maç yaparken çelme takan arkadaşımı, ip atlarken düşüp acıttığım ve sonra kabuk bağlamış yaralarımı. Sancılarımı ve seni sokak özledim.

Ve Kapı önünde bıraktığım çocukluğumun düşlerini. Burnumu çeke çeke özledim.

Yazan: Yağmur

HÜZÜN


Siz ne iseniz çevrenizde öyledir.
Gülümse hayata.
Beraber olduğunuz insanlara coşkunuzu aşılayın.
Siz ne iseniz çevrenizde öyledir.
Olumlu enerji çevreden olumlu enerjiyi,
olumsuz enerji olumsuzu çeker.
Dışarıya verdiğiniz enerji, bumerang gibi size geri döner.
Yazan: Adsız

8 Eylül 2009 Salı

KÜÇÜK DUYGULAR


Gece gündüz demeden oynardık.
Biraz tehlikeli olsa da, ben de arkadaşlarım gibi en çok gece oyunlarını severdim. Çünkü gece saklanmak kolaydı, heyecanlıydı…
Kendimizi oyunun büyüsüne kaptırırdık. Kimseyi duymazdık, dış dünyadan kopardık.
Sadece oynardık.
Düşünmezdik; oyun arkadaşlarımızın erkek kız olduğunu, fakir zengin olduğunu, güzel çirkin olduğunu … bakmazdık.
Hiç kimseye durumundan dolayı ayrıcalık ta yapmazdık.
Sadece içimizdeki o sonsuz oyun oynama aşkıyla oynardık.
Yazan: Karamel

1 Eylül 2009 Salı

SİGARA TABAKASI

Yaşlı adam bütün gün meyve bahçesinde çalışmaktan yorulmuştu. Bahçesinde çeşitli meyve ağaçları ile sebzeler vardı. Serin olduğundan ceketini üstünden hiç çıkarmamıştı. Yorgunluğunu atmak için, meyve ağaçlarından birisinin gölgesine oturdu. Ceketinin cebinden gümüş renkli sigara tabakasını çıkardı. Tabakasının derin gözünde sarı boz renkte tütün, derin olmayan gözünde incecik sarımlık kâğıt bulunurdu.

Sarımlık kâğıdın ortasına sarı boz renkteki tütünü koydu. Yılların ve yaşlılığın belirtisi olan kırışmış elleriyle yaprak sarar gibi sardı sigarasını.

İncecik sarmayı herkes kolay kolay yapamazdı. Marifet isterdi. Sigarayı iki dudağının arasına aldı ve ceketinin diğer cebinden çıkardığı gümüş renkli eski tip çakmağıyla yaktı.

Yazan: Adsız

24 Ağustos 2009 Pazartesi

LİDER OLMAK

Karadağ’a misafirimiz olan ve kuş fotoğrafı çeken Zafer Tekini götürecektik. Kuş fotoğraflarına çok fazla ilgim olmamasından dolayı, burada bulunan yılkı atlarının fotoğrafını çekerim diye düşündüm.

Daha önce de yılkı atlarının fotoğrafını çekme girişimim olmuştu. Önceki bu girişimimde; toplu olarak ağaç altında öğlen sıcağını geçirmek için toplandıkları bir sırada, yavaş yavaş onları ürkütmeden yanlarına gidip fotoğraflarını çekmek istedim. Yaklaştığımı fark ettikleri andan itibaren, bana en yakın grup uzaklaşmaya başladı. Bende sakin ve zararsız birisi olduğumu hissettirerek yaklaşmayı sürdürdüm. Yaklaştıkça grup hareketleniyor ve benden uzaklaşma eğilimleri giderek artıyordu. Bazıları kişniyor, diğerlerine komut veriyor gibiydiler. Yavaş ve küçük adımlarla yaklaştıkça, gruptan iki tanesi bana doğru öne çıkarak kafalarını salladılar. Ses tonları ve tehditkâr tavırları, durmam ve yaklaşmamam gerektiğini söyler gibiydi. Korktum ve sonrada durdum. Ama onlar bana doğru yaklaşmalarını sürdürüyorlardı. Kafamda nal izi olmasını istemediğimden, geldiğim tempomdan birkaç kat daha hızlı bir şekilde onların yanından ayrıldım. Ara sırada arkama bakıp gelip gelmediklerini de kontrol ediyordum.

Aynı atların fotoğrafını çekmek için gitme düşüncesi, korku duyduğum bu anımı aklıma getirdi. Arkadaşlarıma "tamam gidelim" derken, verdiğim cevap korkumdan dolayı biraz geç geldi.

Atların bulunduğu yere gittiğimizde 200-300 kadar atın, 10-15 lik gruplar halinde araziye dağıldığı görünüyordu. Eski hatıralarım, daha temkinli olmam konusunda bana hatırlatmalar yapıyordu. Kürşat’ın önerisini de alarak, yüksek bir kayaya çıktım.

Bölgedeki tek su kaynağı olan çeşmeye mecburen geleceklerdi. Bu çeşmeye geldiklerinde fotoğraflarını çekmeyi planladık. Plan tutmuştu. Bir süre sonra atlar gruplar halinde çeşmeye gelmeye başladı.

En öndeki at diğerlerinden biraz farklı davranışlar gösteriyordu. Bu atın grubun lideri olduğu belli oluyordu. Riski önce o alıyor, ortamın güvenli olduğuna kanaati olursa, diğerlerini oraya çağırıyordu. Bu sırada çevresini kontrol ediyor, gelebilecek risklere karşı kendi grubunu yönlendiriyordu. Dinç ve dinamik bir görüntüsü vardı. Lider olan bu atın fotoğrafını diğerlerine göre daha fazla çekmeliydim. Görünümünden dolayı bunu hak ediyordu. Makinemin objektifini ona tuttuğumda, sırtında çok sayıda yara izi olduğunu gördüm. Zafer ağabeyinin bu yaralara ait açıklamasını duyduğumda, içimde sızılar oluştu.

Belli ki lider olmak çok zordu. Bunun için hasmınla kavga etmen bile gerekiyordu.

Doğal Kalın.

KAPININ ÖNÜNDEKİ YAŞANANLAR


Kapının önündeyim adlı fotografınıza bakınca, kapının önünde kurulan komşuluk ilişkilerini aklıma getirdi. Aynı sokakta ya da çevrede oturan insanlar kapılarının önüne çıkar, herkesin elinde bir elişi, kiminde tığ işi, kiminde mil ve kanaviçe ve mekik olur. Biryandan elişi yapılır, bir yandan sohbet edilir. Bu sohbetler esnasında, herkes herkesin adını soyadını, ne iş yaptığını, sıkıntılarını, dertlerini ve yedi sülalesini bilirdi.

Şimdi dibimizdeki komşunun kim olduğunu, ne iş yaptığını, kaç çocuğu olduğunu bilmiyor, tanımıyoruz.

Eskiden ilişkiler yüz yüze yaşanırken, şimdi ilişkiler cep telefonları ve bilgisayara kaldı. İletişim cihazları çoğaldıkça ilişkilerimiz bozuldu.

Yazan: Adsız

19 Ağustos 2009 Çarşamba

AYDINLANMANIN İLK IŞIKLARI

Gözünüzü nerede kapadığınız önemlidir ama yattığınız yer huzurlu ise gözünüzü nerede açtığınızın hiçbir önemi yoktur. Doğanın kollarına bırakırsanız kendinizi ve ufacık bir uyku tulumunun içine bırakırsanız bedeninizi ne hissedersiniz bilmiyorum ama çok merak ediyorum açıkçası.
Soğuk rüzgarın doğanın karışımı ile teninize çarpması, hafifçe üşümeniz, içinizin doğanın sessiz sesleri ile burkulması nasıldır bilmiyorum ama çok merak ediyorum açıkçası.
Sıcacık bir çayla, yanan bir ateş başında, kahkalarla şarkı söylemek ve aslında aslına dönmek, yani doğayı iliklerine kadar hissetmek nasıldır bilmiyorum ama çok merak ediyorum açıkçası.
Doğal bakış sayfasını aylardır takip ediyorum. Müthiş fotoğraf karelerinin bana ilk bakışta ne hissettirdiğini sadece içime soruyorum ve beynimden gelen tanımlama dalgalarını gücüm yettiğince yazıya aktarmaya çalışıyorum.
Bütün bunları niye yazdım?
Hayata nasıl baktığınız, başlıkları nasıl attığınız önemlidir. Başlıklarda kokan cümleler daha yazıyı okumadan ya da fotoğrafa bakmadan sonuç bölümüne götürür bile bizi.
Bütün bu doğayla iç içe olan yaşamı kıskanıyorum. Teklifsiz, çekinmeden ayak basılan toprakları, yeşilliğin, koskoca ağaçların arasından ya da bir dağ arasından kızan güneşe bakanları kıskanıyorum. Ama şunu da istemekten kendimi alamıyorum.
Biz gidemiyoruz siz gidin.Biz sadece fotoğraflarda görüyoruz ve yazıyoruz. Lütfen canlı şahitlerde yazsın bu güzellikleri.Tek bir yaprağın kımıldamasını, bir atın şahlanışını, uçan bir kuşun kanadını… Her şeyi.
Takipçiyiz… Bekliyoruz ve daha fazlası…
Yazan: Yağmur