HOŞGELDİNİZ


Fotoğrafları büyütmek için üzerine tıklayınız


HAYAT YAŞANTI ARAMAK DEĞİL, KENDİNİ ARAMAKTIR. (C.PAVESE)


31 Mayıs 2009 Pazar

GİTMESEYDİNİZ

Aldı götürdü beni gölün maviye çalan yüzü, eski zamanlarıma ve o zamanlarda yaşanmış güzel hatıralarıma.

Her şeyin en yalın olduğu zamanlardı o anlar. Yalınlığın böyle güzel olacağını bilseydik, ister miydik karmakarışık hayatın çözülemeyen düğümlerini. Ve sahip olduğumuz düğümlerin üzerine atılan ilmiklerini.

Biz kurduk, biz istedik bu hayatı.
Bilmiyorduk ama.
Kendimiz için ördüğümüz ağları.

Tutunmak isterken hayata, anlamadan daha çok kök salmışız toprağa. Ve sahip olduğumuz her şey, düğümün üzerine atılan birer ilmik olmuş yaşamlarda.

Gitme deseydim yaşamın güzel anıları, kalır mıydınız yanımda? Söyler miydiniz bana çocukluk şarkılarımı gölde giden kayıkta?

Doğal Kalın.


*******************************************************

Tek tek ayrıldınız hayatımdan.
İlk gidene alışmamıştım ki diğeriniz gitti ve ben öylece baktım. Kalbimde öyle büyük bir yara oluştu ki sizden sonra yaşadığım hiçbir şey etkilemez oldu. Ne büyüdü, ne küçüldü öylece kaldı içimde.
Gitmeseydiniz şimdi hayatım nasıl olurdu diye düşünmekle geçirdim ömrümü. Arada neler kaçırdığımı ve pişmanlıklarımı şimdi şimdi görüyorum.
Gitmeseydiniz ben farklı olurdum bunu biliyorum yalnızca.

Keşke ...

Yazan: Bahar

27 Mayıs 2009 Çarşamba

ATEŞ TOPU

Bulutlar sardı etrafı. Güneş gizlice başını uzattı. Yağmura çalan ancak gün batımını andıran bir hava belirdi gökyüzünde. Doğa güzelliğini yine koydu gölün kucağına. Ve gün batımı bir kadın gibi uzandı gölün kollarına.

Bizler birer şahit olduk sazlıklarda. Elimizi uzattık güneşe. Korkuluklar engelledi bizi. En güzelin yoluna hep bir engel çıkar. Çıkar ki güzele ulaşmak zor olsun.

Göl Kızıl- Mavi oldu, biz mutlu. Gözler kıskançlıkla izledi doğanın fırça izlerini. Palet nerede, renkler hangi karışımdan oluştu çözemedik. Ateş Topu bize gülümsedi ve avuçlarımıza bıraktı en şehvetli halini.

Yazan: Yağmur

26 Mayıs 2009 Salı

KÜÇÜK DÜNYASI

Üniversite 2. sınıfta oda arkadaşımla birlikte yurda gizlice soktuğumuz küçük kaplumbağam geldi aklıma. Adını “Görkem” koymuştum. Dolapta besliyordum. Taki yurt Müdüresi teftiş esnasında kaplumbağayı yakalayana kadar. Zavallı Görkem yakalanır yakalanmaz önce odadan, sonra yurttan kovuldu. Soluğu en son Pet- Shop'ta aldı. Zararsız bir hayvanı kapı dışarı etmek ne kadar doğruydu bilmiyorum ama yurdun kurallarına uymak zorunda olduğumuz defalarca beynimize enjekte edilmişti. Ailemizi aramakla tehdit edilmiş, yurt sağlığını tehlikeye soktuğumuz vurgulanmıştı. Olay kaplumbağadan nasıl oldu da “amansız bir savaşa” döndü hatırlamıyorum. Ama yurt müdüresinin bana bakan şaşkoloz ve kızgın bakışlarını hiç unutamıyorum.
Küçük büyük, uzun kısa, kalın ince, güçlü güçsüz… Bütün zıt kavramlar yan yana gelip doğanın birer parçası olmayı nasıl da beceriyor. Nasıl doyumsuz göz şıklıkları yaşatıyor bizlere. Renkleri, bakışları, duruşları harika. Dokunmak ve hissetmek istiyorsunuz.
Kalın kabuklu kaplumbağalara, sarı bir civcive, nerede olduğunun şaşkınlığını yaşayan bir deveye ve çabuk unutan balıklara. Baktıkça bakmak, gördükçe görmek istiyorsunuz.
İsteyince de soluğu benim gibi Pet- Shop’ta alıyorsunuz.
Doğayı sevmek, hayvanlara dokunmak, onları izlemek ve şefkatle yaklaşmak… Bunlar hepimizin uygulaması gereken kavramlar. Hayvanları incitmemeye özen gösterelim lütfen . Nefes alıp veren herkes bir canlıdır bunu unutmayalım…
Yazan: Yağmur


OLTAYA GELME

Geçen hafta İstanbul’daydık. Hafta sonu için kızımla sahil yürüyüşü planlamıştık. Daha doğrusu ben yürüyecek, o bisiklete binecekti. Sahilde bisiklet turu kızımı inanılmaz heyecanlandırmıştı. Bir günün nasıl geçeceği ile ilgili sabırsızlığı hiçbirimizin gözünden kaçmadı. Nihayet sahil turu günümüz ve saatimiz gelmiş, bisikletimizi yanımıza alıp yola koyulmuştuk. Mutluluğu gözlerinden adeta akıyordu. Bu mutluluğu görmek her şeye değerdi.

Kızım birçok objeyi ilk defa orada görüyormuş gibi hareket ediyor, sık sık mola verip seyre dalıyordu. En çok merak ettiği kişilerde balıkçılardı. Bazen uzaktan bazen de ürkek tavırlarıyla onlara yaklaşıp, oltalarla nasıl balık tuttuklarına bakıyordu. Daha önce oltayla balık tutma deneyimi hiç olmamış babasına sorular yöneltiyor, merakını gidermeye çalışıyordu.

Balıkçıların kalabalık bulunduğu bir yerde verdiğimiz molada, kızım yakaladığı balıkları temizleyen bir balıkçıya dikkatlice bakıyordu. Ona yaklaşıyor sonra ısrarla uzaklaşıyordu. Dayanamayıp tekrar gidiyor, meraklı bakışlarla geri dönüyordu. Evet, balıkların temizlenmesi inanılmaz ilgisini çekmişti.

*“Kaç tane balık var biliyor musun baba”
*“bilmiyorum kaç tane var?”
*“15 tane var”

Kızımın balıkçıyı seyre dalması benimde ilgimi çekmeye başladı, bende yaklaştım. Kolay gelsin ile başlayan konuşmamız, bir oltacının hayat öyküsünü öğrenmemle son buldu.

Balıkçının dilinden bir öykü hep beraber okuyalım;

“Balık tutmak öyle bir tutku ki vazgeçmem mümkün değil. İçime işlemiş adeta. Her şeyden vazgeçebilirim ama balık tutmaktan asla vazgeçemem. Bu tutkum yüzünden sabahları erkenden uyanır, soğuk sıcak demeden sahile gelirim. Bazen uzaklara gitmem gerektiği olur hiç üşenmem saatlerce yürürüm. Denizi gördüğümde sanki yıllarca görmediğim dostumu görmüş gibi olurum. Kucaklarım denizi, baştan aşağı süzerim onu. İyotlu kokusunu koklarım, sanki uzun zamandır dostuma olan hasretliğim bitmiş gibi olur. Saadet ve huzur kaplar içimi. Balık tutmaya öyle konsantre olurum ki, her şeyden uzaklaşırım. Başka şeyler aklıma gelmez olur. Kaygı, sıkıntı hiçbir şey kalmaz ruhumda.
Ellerimin ucundaki harekete odaklanırım sadece. Misinaya vuracak hareketi hissetmeye çalışırım. Balıklar öyle güzel dokunur ki misinaya, tamam ben geldim haydi beni yanına çek der gibi olurlar. Balığı oltanın ucunda gördüğümde ağzım kulaklarıma varır. Keyfime diyecek hiçbir şey olmaz. Bazen balık yakalayamadığımda olur ama hiç üzülmem. Ben deniz hayranıyım. Açık havaya çıkmış olmanın verdiği haz bana yeterde artar bile. Bazen tuttuğum balığı burada pişirip yerim, bazen de eve götürürüm. Akşama kadar heyecan duyarak tuttuğum balıkları eşim ya da çocuklarım gördüğünde umursamaz bir tavır takınırlar ya hiç hoşlanmam bundan. Aynı heyecanı onların duymaması boynumu büker. Gurur duyarak gösteririm balıklarımı onlara ama onlar bana gururumu okşayıcı tek bir söz söylemezler. Oltacıyı en iyi anlayan, yine bir oltacıdır. Yaşadığım hazzı, sevinci ve mutluluğu ancak onlar anlıyor. Tuttuğum balıkların büyüklüğü ya da sayısıyla onlar ilgileniyor. Gururumu okşayan sözleri onlar söylüyor.
Bazen kendi kendime oltacılığın benim için vazgeçilmez bir tutku olduğunu söylerim. Her şeyden vazgeçebilirim ama balık tutma tutkusundan asla vazgeçmem.Sanki ben balıkları değil de balıklar beni tutmuş gibi. Oltaya yakalanan ben gibi. Bu tutkudan kurtulmam mümkün değil. Kurtulmak isteyende yok zaten.”

Bazen tutkuların peşinden koşmak, sevdiğin hazlara olta sallamak ve kendin için yaşamak.
Doğal Kalın.

15 Mayıs 2009 Cuma

YÜZÜMÜZDEKİ ZAMAN

Zaman, durdurma düğmesi olmayan bir makine gibidir. Sürekli işler durur. Yorulması, dinlenmesi, bozulması hiç olmaz zamanın.
Ne başlangıcı vardır, ne de bitişi. Öncesi ve sonrası yoktur onun. Her şey onun içinde oluşur, onun içinde son bulur. Başlangıcı olan her şey, onunla değişikliğe uğrar, onunla kaybolur.

Çünkü zaman cismin 4. boyutunu oluşturur.

Zamanın varlığını kanıtlar gibidir her olay.
Çünkü o, izini bırakır her şeyde.
Tıpkı yüzümüzde oluşan çizgiler gibi.

14 Mayıs 2009 Perşembe

HAYAT HER ZAMAN VAR


Hayat her zaman var.

Yalnızca dudaklarından dökülmemeli bu kelime insanın. Hissetmeli, coşa coşa yaşamalı. Koşmalı ve yorulmalı. Kalp atışlarını hissetmeli ruhunda. Ona seslenmeli “işte bende varım” diyebilmeli.

İnsan önce kendine hissettirmeli yaşadığını. Bir çimdik atmalı koluna. Acıyı hissetmeli ve bir oh çekmeli. Boşlukta değilim ve hayat var demeli. Geçiş evreleri uç noktalarda olmamalı. Hayat bugün toz pembe, ertesi gün kapkara dememeli. Uç noktaların sivri uçlarını törpülemeli. Yaşadığı sorunlara kaygılı ve abartılı yaklaşmamalı. Çözümü dizlerinin dibine yatırmalı ve hayatın başını okşamalı. Sevgilinin kahverengi, mavi, yeşil, siyah gözlerine bakar gibi bakmalı yaşama. O gözlerde yaş varsa uzatmalı elini ve silmeli ipek parmaklarıyla. Ruhunu ateşten uzak tutmalı, ciğerlerini sigaradan arındırmalı. Öfkesini lambasının içine koymalı ve lambayı bir daha asla ovalamamalı. Yürüdüğü yolda fırtına varsa sağa çekmeli arabayı. Yaşam köprülerini geri dönülmeyecek şekilde asla yıkmamalı.

En karanlık anlarda, hayatımızın sarılığa tutulduğu, kol ve bacaklarımızın felç geçirdiği anlarda bile bu acıları hissedip ağlayacak gözyaşlarımız var. Bunu unutmamalı.

Umudu can yoldaşınız yaptığınız zaman hayatın engellerine takılmadan yürüyebilirsiniz. Ancak karamsarlık yoldaşınız olursa işte o zaman her engelde yere yapışıyor ve asla ilerleyemiyorsunuzdur.

Yazan: Yağmur

12 Mayıs 2009 Salı

ŞİMDİ SENİDE KISKANANLAR OLDU


Cengiz beyin gezilerini hayranlıkla ve de kıskançlıkla takip ediyorum. Fotoğraflara bakarken ve o olağanüstü yazılarını okurken keşke bende yapabilsem dediğim çok fazla oluyor. Buna istinaden pazar günü bizde ufak bir dağ gezintisi yapmayı düşündük.Yakın ama bilmediğimiz ve de daha önce görmediğimiz bir yere gidelim dedik. Karadağ da bulunan binbir kiliseyi seçtik kendimize. Bol oksijenli ve de enerji dolu bi gezi oldu benim için. Kilisenin duvarlarından kendilerine ev yapmış bir kaç aile vardı, gittiğimiz köyde. Bir çoban bize rehberlik etme görevini üzerine aldı. Bizi gezdirdi ilginç sayılabilecek yerleri gösterdi. Gezi sonrasında bizi evine götürmek için çok ısrar etti ve de biz kıramadık onu.


Gittiğimizde; küçük ama sıcak bir köy odasında sobanın üstündeki mis gibi keçisütünden ikram ettiler bize. Çok fazla insan görmedikleri ve konuşmayı sevdikleri hemen anlaşılıyordu. Bizi görenlerde hemen o eve gelmişti ve biz en fazla 10 dakikada köyde yaşayan insanların özel sayılacak yaşantıları dahil herşeylerini öğrendik.


Bizi götüren çobanın 73 yaşında çok tatlı bi babası vardı.Arkadaşım amcaya çoban senin oğlunmu diye sordu. Amca çok tatlı ve espiriliydi bize "bilmem onu yengenize soracaksınız, senin diyor bana" dedi koptuk amcaya. Çok doğaldı.


Dönüşte kendimi çok dinç ve enerji dolu hissettim. Cengiz beyin bu gezileri niye bu kadar çok sevdiğini ve sürekli gezilere katıldığını da bir parça anlamıştım. Yaptığım bu birkaç saatlik gezi bana taze kan aşılamıştı. Evet kesinlikle Cengiz beyin gezilerini kıskanmakta çok haklıymışım. O günden sonra arkadaşlarla fırsat buldukça bu gezileri yapmaya karar verdik. Bakalım yapabilecekmiyiz bunu zaman gösterecek.

Sağlıkla kalın


Yazan: Urud

11 Mayıs 2009 Pazartesi

İZİNİ SÜRDÜK












Vedat abiyle gittiğimiz Pozantı’daki Belemedik tren istasyonunda,
diğer arkadaşların gelmesini bekleyecektik. Onlar gelinceye kadar istasyon çevresinde kısa yürüyüşler yaptık. Fotoğraf makinem yanımdaydı ve deklanşöre dokunmadan edemiyordum. Bu kısa gezinti sırasında sadece kenar duvarları kalmış eski binalar görünüyordu. Bunlarla ilgili tarihi bilgileri almaya başladıkça; bu gezi yürümenin dışında başka anlamlarda ifade etmeye başladı benim için.

1-2 saat sonra halen demiryollarında çalışmakta olan Mustafa Tor ve eşi Berrin hanım geldiler. Onların anlattıkları, bu bölgenin tarihsel geçmişine olan merakımı daha da arttırdı.

Gittiğimizin akşamı, açık havada yaptığımız mangal keyfi çok eğlenceliydi. Geçmişten, gelecekten çok çeşitli konular açılmıştı. İnsan bu güzel zamanı bitirmek istemiyordu ama erken yatıp, uykumuza almalıydık. Sabah erken kalkıp çadırı ve eşyaları toplayacak, gelen trene binecektik. Gelme saatini tam olarak tahmin edemediğimiz treni kaçırmamamız gerekiyordu.

İlk defa çadırda ve uyku tulumunda yatıyordum. Ya bu sebepten ya da uyku tulumunun bana küçük gelmesinden olsa gerek, çok az uyuyabildim. Saatin alarmı çalmadan uyanmıştım. Trenin tahminimizden daha erken geleceği söylendi, bu yüzden çok acele etmeliydik.

Trene yetiştik. Trenin penceresinden baktığımızda, görünen manzara olağanüstü güzeldi. Sık ve çok uzun tünellerden geçiyorduk. 15 dakika süren tren yolculuğundan sonra Hacıkırı Köyünde indik. Köy kahvesinde yaptığımız kahvaltıdan sonra yürüyüşe başlayacaktık.

Hacıkırı köyü tarihsel geçmişi olan bir köymüş. Eski zamanlarda hacca gidip gelenlerin mola verdikleri yer olduğu için bu ismi almış. Daha sonra demiryolu hattının yapılmasında çalışan işçilerin bazısı bu köye yerleşmiş.

Köyün kahvesinde kahvaltı yaptıktan sonra yürüyüşe başladık. Önce Varda köprüsüne gidecektik. Varda köprüsü, tam bir mühendislik harikası görünüme sahipti. 1905 yılında, bu bölgede demiryolu hattının yapımına başlanmış ve uzun yıllar yapım devam etmiş. Varda köprüsü de o yıllarda yapılmış.

İstanbul- Şam –Bağdat tren hattı anlaşması 1888 yılında II. Abdülhamit ile Alman İmparatoru arasında yapılmıştı. Osmanlı Devleti bu tren yolu üzerinden asker, yolcu ve eşya taşıyacaktı. Alman imparatorluğu ise petrol kaynaklarına daha kolay ulaşabilecekti. Bu uzun tren yolu hattının en zor kısmı Belemedik ve Hacıkırı arasıydı. Bu nedenle buralara şantiye kurulmuş, bu iki şantiye arasında şimdi de Alman Yolu olarak bilinen bir dağ yolu yapılmış. Toplam 22 km olan bu dağ yolu, lojistik amaçlıydı ve üzerinde çeşitli kullanım amaçları için binalar yapılmış. İşte bizde bu Alman Yolu olarak bilinen tarihi yoldan gidecektik.

Bu yüzden burada anlatmak istediğim şey manzara olmayacak. Çünkü oradaki manzaranın anlatılması, zaten mümkün değil. Görülmesi gerekiyor. Esas anlatmak istediğim şey, bu yol üzerinde yaşanmış tarihsel anılar.

Yolun başlangıcından itibaren zaman makinesi çalışmaya başlamıştı zaten. Yolda ilerlerken 1905- 1915 yıllarına gitmiştim. Çok zor doğa koşullarında çalışan 5000 işçi vardı. Dikkatli dinleyince rüzgar sesi arasında onların sesleri geliyordu kulağıma. Kimisi bağırıyor, kimisi yemek yiyordu. Hummalı bir çalışma vardı. 400-500 metre aşağıda tünel açma çalışmaları vardı ve orası için sürekli malzeme indiriliyor, çıkarılıyordu. Türk işçilerinin arasında Alman mühendislerini görebiliyordum.

Yürüdükçe o zamandan kalma çok sayıda yapı çıkıyordu önümüze. Mustafa beyin rehberlik hizmeti sayesinde, bunların ne amaçlı kullanıldığını anlayabiliyorduk. Bir süreliğine duran zaman makinesi yine çalışmaya başlıyordu. Çevremizde çalışan, konuşan, yürüyen işçiler dolaşıyordu yine.

Zaman zaman yürümekte ve aşağıya bakmakta zorlandığımız bu yerlerde, insanın neler yapabildiğini görmüş olmam, terapi gibi gelmişti bana. Bu yüzden çok fazla yoruldum demek istemiyordum.

Bu sene çok yağmur yağmıştı. Fazla yağış, bu yol üzerinde büyük toprak kaymaları meydana getirmişti. Bazen geçişimizi zorlaştırıyordu. Bu durum, ister istemez insanın kafasına soru işareti düşürüyordu.

İzini sürdüğümüz bu yol, yıllar içinde kaybolur muydu acaba?

Doğal Kalın

**************************************************
Kız Kardeşim ve Eşinin sizle birlikte paylaştıkları bu zaman dilimi umarım sizler için keyifli ve huzur verici olmuştur. Çünkü onlar doğaya çıktıkları zaman olağanüstü mutlu olarak yuvalarına dönüyorlar. Ve tekrar aynı yerlerde bıraktıkları izleri ertesi yıl görebilmek için her fırsatta yeniden gitmeye çalışıyorlar.

Yazan: Adsız

Sanırım Mustafa bey ve eşi Berrin hanımdan bahsediyorsunuz. Onlardan bahsediyorsanız eğer ikisi de çok tatlı ve keyifli insanlar. Onlarla yaptığımız bu gezi, benim yaşamımda derin etkiler oluşturabilecek potansiyeli sağladı. Doğaya zarar vermeden, onunla uyum içinde kalarak, hatta onu koruyarak ilişki kurmaları ve bunu da hayat arkadaşıyla yapıyor olmaları, bende tatlı bir kıskançlık duygusu yaşattı. Bu açıdan her ikisi hem hayat hem de dağ yolunda yaptığımız yürüyüşümüzde örnek alınabilecek özelliklere sahipler. Bunun için onlara teşekkür etmek istiyorum.

Yazan: Cengiz Özdemir

8 Mayıs 2009 Cuma

KÜÇÜĞÜN BÜYÜK DÜNYASI


Yeğenim doğalı bir yıl 3 ay oldu. Her gün biraz daha büyüyor. Yeni oyunlar, yeni kelimeler öğreniyor, yürüyüş sitilleri geliştiriyor kendince. Biz onun dünyasında nerede duruyoruz yada bizlerin kim olduğunu, onu nasıl sevdiğimizi anlıyor mu bilmiyorum. Yemeğe bizimle oturup, bizimle beraber çatal kaşık kullanmak için çaba sarfediyor. Biz ona o bize yemek yediriyor. Oyuncakla oynamıyor tabak, kepçe, terlik seviyor. Onun için bu eşyalar ne anlama geliyor, bu bir muamma.

Onun dünyası bize göre küçük olsa da, kendince zor ve çok büyük. Küçük bir kelebek, bir arı yada karınca içinde bu aynı. Dünya bize göründüğünden daha zor ve büyük onlar için.

Bu koca dünyada minicik kalmamak dileğiyle...

Yazan: Ayşe Ünal

4 Mayıs 2009 Pazartesi

MERDİVEN


















Sabahın erken saatlerinde, daha önce hiç gitmediğim bir yere gitme telaşı kaplamıştı içimi. Hazırlıklarımı önceden yapmak gibi bir alışkanlığım olmadığı için, telaş içinde yanıma aldığım malzemelerin bazısı gereksiz, bazısı da eksik olmuştu.

Buluşma yerimiz saat kulesinin yanıydı. Vedat abi dışında gideceğimiz kişilerle daha önce tanışmamıştım. Kendimi tanıttıktan sonra minübüsle çıktık yola. Yolda Vedat abiyi ve Celalettin beyi aldıktan sonra Mut’a doğru yöneldik. Arkadaşların daha önce tanışık oldukları, samimi konuşma ve şakalaşmalarından belli oluyordu.

Şimşek tesislerinde yaptığımız hızlı kahvaltının sonrasında Mut’tan Fatoşu aldık. Fatoş dağda yürüyüşe uygun olmayan ayakkabıyla gelince, ona ayakkabı almak için kısa süreli alışveriş molası verdik.

Gideceğimiz yer Sason kanyonuydu. Zorluk derecesinin yüksek olduğu daha önce söylenmişti. Bu yüzden bizi nelerin beklediği kocaman bir soru işareti olarak kafamda duruyordu. Kanyon gezisinin ta başlangıcında soru işareti daha da büyümeye başladı. Debisi yüksek su vardı ve bazı yerlerde geçişe izin vermiyordu. Çevremizdeki imkanları değerlendirmeye çalışıyorduk. Herkesin kafası Mimar Sinan gibi çalışmaya başlamıştı. Suyun sürüklediği merdivenleri ya da ağaçları köprü yapmak için kullanıyorduk. Bunları bulamadığımızda, en uygun geçiş yerini bulabilmek için derenin kenarında, bir yukarı bir aşağı gidip geliyorduk. Yardımcı olma duygusu inanılmazdı. Geçişte zorlanacak olanlara diğerleri ya yardım ediyor ya da yol gösteriyordu.

Su kenarından uzaklaştık, yukarı kesimlerdeki patika yollar boyunca ilerlemeye başladık. Nefis havada suyun ve kuşlarım melodisi eşliğinde, doğanın çok bozulmamış manzarası içerisinde yürüyüşümüze devam ediyorduk. Fizik kurallarına aykırı diyebileceğim kaya görünümleri vardı. Doğa şartları kayalar üzerinde en başarılı heykeltıraş çalışmasını yapmış, açık hava müzesinde sergisini açmıştı.

Daha önce buraya gelmiş olan Beyhan ve Burak’ın rehberliğinde ilerliyorduk. Onların geldiği zamana göre su daha fazla olduğu için, önceki rotalarını uygulamakta zorlanıyorlardı. Bunun üzerine yeni rotalar ve tahmini sayılabilecek yolları takip etmeye başladık. Yol aldıkça yürüme koşulları zorlaşmaya başladı. Patika yollar belirsizleştikçe, çalılık türü bitkilerin yoğunluğu artıyordu. Patika izler bir süre sonra kayboluyor, yenisini bulmak için sağımıza solumuza bakınarak gidiyorduk. Birisi yeni bir yol bulunca seslenerek diğerlerini oraya çağırıyordu. Sonra o yolda kayboluyor başka bir yol buluyorduk. İlerlemek çok acı vermeye başlamıştı. Çalılıkların arasından geçerken kollarımızda çok sayıda çizikler oluyordu. Uzun kollu giyinmemiş olanlar için bu yürüyüş acı soslu ama lezzetli bir yemek gibiydi.
Yorulmaya da başlamıştık artık.

Bulduğumuz patikalar bizi inişi olmayan bir uçurumun kenarına getirmişti. İlerleyemezdik, geri dönmeliydik. Dikenli çalıların olduğu yere geri dönmek fikri, sıkıntı yaptı bende. Acılı yemeği yine yiyecektik. Çok zaman kaybetmiştik, önceki rotamızı zamanında tamamlamamız mümkün görünmüyordu. Burak rotada değişiklik yaptı. Yolu biraz kısaltacaktık. Kanyonu çevreleyen dik kayalardan çıkışı sağlayan bir merdiven varmış ve onu bulacaktık. Merdivenin olduğunu düşündüğü yer gerideydi ve çok uzak görünmüyordu. Acıya ve yorgunluğa biraz daha katlanabilirdim.

Enerji ve moral depoladıktan sonra, merdiveni bulmak için geri dönmeye başladık. Düzgün ve kolay bir patika yol bulma çabasının da eşlik ettiği yürüyüş yapıyorduk. Söylenen yere çok yaklaştık, ancak merdiven görünmüyordu. O bölgenin her tarafı arandı. Merdivenin olmadığı anlaşılınca, herkeste olumsuz bir atmosfer oluşmaya başladı. Çare yoktu, ilerleyecektik ve öyle de yaptık. Sonra ikinci bölgeye bakıldı ama yine merdiven yoktu. Umutlarımın üzerine biraz daha toprak atıldı. Bu gidişle başlangıç noktamıza dönecek ve oradan çıkacaktık. Bunu kabullenmeye çalıştım. Geriye doğru ilerlememizi sürdürdük. Bu arada acı soslu yemeği de halen yiyorduk.

Öndeki arkadaşların “merdiven burada” şeklindeki sesleri, duyduğum en güzel haber olmuştu. Evet yukarıda kocaman bir merdiven vardı. Bu merdiveni hangi “akıllı insanların” buraya koyduğunu düşünüyor, onlara karşı duyduğum minnet duygularıyla ona doğru ilerliyordum. Dibine geldiğimizde, karşımızda çok uzun ve pek de sağlam görünmeyen bir merdiven vardı. Sağlam olup olmadığını pek düşünmeden, hızlı bir şekilde çıkmaya başladık yukarıya. Çok kısa zaman sonra hepimiz yukarıdaydık artık.

Eksilen gülümsemeler tekrar gelmişti, yüzlerimize.

Doğal Kalın