31 Ocak 2009 Cumartesi
VAROLUŞUMUZLA İLGİLİ SORULAR
Gelecek cevaplar:..
Bu soruya yanıt olabilecek çok güzel bir yazı gönderilmiş, ama alıntı olması nedeniyle ana yazı olarak değilde, yorum kısmına koydum.
30 Ocak 2009 Cuma
DEVAM....
29 Ocak 2009 Perşembe
BİZE VERİLEN HEDİYELER
28 Ocak 2009 Çarşamba
DEDİKODU
Kadın ve erkeklerin bir araya geldiklerinde, gündemde her zaman yerini koruyan temel tartışma konusudur dedikodu. "Dedikoduyu kadınlar mı yoksa erkekler mi daha çok yapar ?’’ Oysaki dedikodunun kendisi gibi bunu tartışma konusu yapmak da çok anlamsız bir şey. Dedikodu mahalle arasından çıkıp toplumun üst makamlarına kadar taşınmış durumda. Dinimizce de yasak sayılan bir unsurun içimize bu kadar girmesine bir anlam veremiyorum.
En alt seviyedeki bilinçlilik halindeki insanların yaptığı bir şey olmasına rağmen, toplumumuzun en sağlam bağlarını dahi çözebilecek etkinliğe ve güce sahiptir dedikodu. Dedikoduların çok bulunduğu toplumlarda; güven ve moral erezyonu oluşur, insanlar arasında gruplaşmalar meydana gelir. Sıkıntı, stres ve buna bağlı ikincil sorunlar ortaya çıkar. Tüm bireylerde çalışma temposu ve iş veriminde düşmeler oluşur, olumsuz ortamdan etkilenen iyi çalışan personel işten ayrılmak zorunda kalır. Bu durumda bireyin aile düzenini etkileyerek, belki bir daha düzelemeyecek yaralar açar…
Dedikodu yapmanın faydalı olduğuyla ilgili safsata sayılabilecek, hedef saptırmaya yönelik telkinler verilir. Oysa ki; bu olgunun bir bilinç seviyesi göstergesi olduğunu, bilinç seviyesi yükseldikçe insanların zihinlerinde konuşacakları şeylerin, insanlar olmaktan çıkıp fikirler olmaya başlayacağını göstermek gerekiyor.
Kendinize başkalarını değil, kendinizi anlatmaya çalışın. Siz kendinizi bulmaya başladığınızda başkalarının ne yaptığı sizi çok ilgilendirmiyor olacaktır. Eminim bu daha fazla ömür uzatacaktır.
27 Ocak 2009 Salı
NEŞE VE HÜZÜN
26 Ocak 2009 Pazartesi
HAYALLERDE SONSUZA DEK YAŞAR İNSAN
KORKUYORUM. Seninle uzaklara gitmek istemekten korkuyorum. Çünkü gideceğin yollar bitmiş senin.
Hayal etmekte güzel ama bir otobüse binmişiz sen ve ben; camdan dışarıyı seyrediyoruz. Tarlada çalışan kadınları, dağları, güneşi, yıldızları ve cama yansıyan gölgelerimizi… O otobüs öyle uzaklara gidiyor ki; hiç görmediğim okyanusu görebileceğim kadar uzaklara. Hayal bu ya bir de ev yapmışlar bizim için, anahtarı cebinde, haydi aç kapıyı da girelim içeriye. Şu yatağa, perdelere, masaya bak, hepside ne kadar güzel değil mi? Evimize yavaş yavaş yerleşiyoruz; her şeyi tek tek tanıyoruz.
Şimdi sıra birbirimizi tanımaya geldi. Kalabalıklar için de imkânsızdı birbirimizi tanımak. Haydi, çıkaralım maskelerimizi. Kucağına yatıyorum; yavaş yavaş saçlarımı okşuyorsun. Yanındaki çantadan bir kitap çıkartıyorsun; o güne kadar hiç duymadığım en güzel masalları okuyorsun benim için. Uyumuşum. Sabah kalktığımda sana gördüğüm rüyayı anlatıyorum. Öyle güzel gülümsüyorsun ki buna karşılık vermemem imkânsız. Senin için reçelli yumurta yapıyorum. Karnımızda doydu.
Şimdi ne iş yapacağımıza karar vermeliyiz. Emek vermeliyiz bir şey için. Emek verilmeyen her şey sıradan ve anlamsızdır değil mi? Cama doğru ilerliyorsun, okyanusu gören camımıza doğru. Yanına geliyorum birlikte seyretmeye başlıyoruz. Dışarıda duran kayığa takılıyor gözlerimiz, birbirimize bakıyoruz. O an balıkçı olmaya karar veriyoruz sen ve ben. Öyle mutluyuz ki, sen her gece benim için masallar okuyorsun. Ben her sabah senin için reçelli yumurta yapıyorum. Şarkılar söylüyoruz birlikte, dans ediyoruz. Gördüğümüz rüyaları anlatıyoruz birbirimize. Kayığımıza binip her gün balık tutuyoruz.
Günler, aylar, mevsimler, yüzyıllar hatta bin yıllar geçiyor böyle. Bin yıl yaşar mı insan diyorsun değil mi? Hayallerde yaşar, sonsuza dek yaşar insan. Yolların bitmemiş olsaydı okyanusu görmeye gelir miydin benimle?
Yazan: Özlem
25 Ocak 2009 Pazar
DUL KADIN OLMAK
24 Ocak 2009 Cumartesi
MERHAMET
“Hayat bu işte, oh be dünya varmış” sözleriyle sık sık kesilen konuşmamız, uzun süre görüşmemiş olmamızın hasret duygularıyla iç içe geçerek, devam ediyordu yolculuğumuz. "Doğa güzel, hayat güzeldi" yaşadığımız o zaman diliminde.
Yollar geçiliyor, hareket ettiğimiz yerden uzaklaşırken, varacağımız yere yaklaşıyorduk. Yol üzerindeki doğanın bize en yalın şekilde sunduğu manzarayla daha fazla bütünleşmiştim ki; arkadaşım bir mola versek iyi olur dedi. Manzaranın en iyi olduğu yerlerden birisi olan Göksu manzaralı “Danyalın Yeri” denen bir yerde verdik molayı. Burası yere oturma yerlerinin de olduğu, güzel manzarası olan, köy kahvaltısının yapılabildiği bir yer. Aparatif bir şeyler atıştırmak üzereydik ki, bizi rahatsız eden misafirlerimiz oldu birden. Arkadaşım bu misafirler nedeniyle çok tedirgindi. Ben de onun kadar olmasa da rahatsız oluyordum.
Misafirlerimiz arılardı. Arkadaşımın arıları kovmak için yaptığı el kol hareketlerinin faydası olmayınca, ben “bırak bir şey yapmazlar” şeklindeki müdahelem sonrası biraz daha sakin olabildi. Sonra ben arıları izlemeye başladım. Yanımıza, bizi rahatsız etmek için gelmedikleri belli olmaya başlamıştı. Masadaki kırıntılardan ve tatlı yiyeceklerden yararlanmak istiyorlardı.
Özellikle bir tanesi benim tarafıma çok yaklaştı. Parmağımı uzattım kaçmasını bekledim, kaçmadı biraz daha uzattım, yine kaçmadı. Nerdeyse elim değecekti. Hatta değdi, kaçmadı. Geldi elimin üzerine çıktı. Korku sardı beni. Devam mı ettirmeliydim bunu, yoksa çığlık atıp kaçmalı mıydım. Elimin üzerinde yavaş yavaş dolaşıyordu. Sadece çok hafif dokunmasını hissediyordum, sıcaklığı yoktu. Diğer elimin parmağını ona doğru uzattım yine kaçmadı. Parmağım değdi. Ama halen elimin üzerinde, parmağımın ucundaydı. Kafasına parmağımı değdirdim. Olumsuz bir tepki vermeyince başını hafifçe okşamaya başladım. 2-3 dakika sanki parmağım ucundaki bir arı değil de, bir köpek yavrusu varmış gibi başını okşuyordum. Sesini duyamıyordum ama keyif aldığı belliydi. Arkadaşımın ve benim şaşkın bakışlarımızla daha önce ne gördüğüm ne de duyduğum bu olayı, bizzat ben yaşıyordum. Bunu fotoğrafla belgelemek istedim. Arı için iki elimi kullandığımdan dolayı kafasını okşadığım elimle, (ben sağlak olmama rağmen sol elimle) fotoğrafını çekebildim.
Bu fotoğrafın adını merhamet koydum.
Çünkü ikimizde birbirimize karşı derin merhamet duygusu içindeydik.
22 Ocak 2009 Perşembe
GARDROBUMU BOŞALTMAYA KARAR VERDİM
Oraya her geldiğimde arabadan dışarı çıkar çıkmaz bir rahatlama hissi kaplıyordu içimi. Çok mu güzel bir yerdi, hayır değildi. Şehirden kendimi dışarı atmış olmamdan dolayı olabilir miydi. Evet olabilirdi. Peki neden özellikle oraya gidiyordum.
Doğada duyabileceğiniz sesler kuş sesi, rüzgar sesi, kuzu sesi.. gibi sesler iken benim yaşamımda o kadar kötü, yüksek volümlü, abartılı, bir sürü enstramanın kullanıldığı sesler var ki. Bu seslere birde dedikodu, yersiz ve anlamsız eleştirilerin yapıldığı konuşma sesleri de eklenince…
Doğanın kendisi çok sade iken çok güzel bir ahenk hali var. Oysa benim yaşamım çok karmaşık ve yorucu.
KÜÇÜK KAÇAMAKLAR
21 Ocak 2009 Çarşamba
ADIMI YAŞAMAK İSTİYORUM
çok mu zor?
Ya da geleceğini aramak, maviye yazılan kaderde?
Kontrolu zor duygular,
korkuyorum,
üstesinden gelememekten çoğu zaman.
Her iki mavide de onlar var umut veren.
Parlak göz alıcı.
Ben olamadım belki de onlar gibi.
Etrafımdaki yüzler hiç yıldızlara hayran oldukları gibi bana olmadılar.
Dedim ya;
korkuyorum,
çok zor duygular...
Gitmelimiyim?
bilmiyorum!
ama bu şekilde kalmamalıyım,
Yazan: Özgür
KONUŞACAKLARIM BİTMEZ
Yaz sezonu bitipte tatil yerlerinin boşaldığı bir tarihte, bir toplantı nedeniyle Fethiye- Ölüdeniz'e gitmiştik. Bütün gün toplantılara girip çıkarak yeni şeyler varmı diye takip ettiğimizin son günlerinde, toplantıların bittiği saatlerde dışarı çıkıp dolaşalım istedik. 3 arkadaş fotoğraf makinalarını da alarak otelden ayrılıp ölü denize gittik.
Sezon bitmişti, gezinti yapmaya gelenlerin dışında hiç kimse yoktu. Ölüdenizi ilk defa böyle sessiz ve sakin görmüştüm. Adı gibi denizi çok sakindi, sahilide çok sakin olmuştu. Oturacak yerler o kadar fazlaydı ki, nereye oturacağımıza bir süre karar veremedik, sonra açık bir kafeye oturduk.
Uzun sahil de gezintiye çıkan insanların dışında, kumsalda az sayıda güneşlenenler vardı. 20 -30 metre kadar ilerimizde denize doğru yönleri dönük bir şekilde, şezlonglarda oturan bir yaşlıca çift gördüm. Herhangi bir sıradışı özellikleri olmayan halleri vardı. Biz oturmayı sürdürürken, gözüm daha sık onlara kaymaya başladı. İlk önceleri verdikleri fotoğrafik görüntüler için bakıyordum, dayanamayıp bir kaç kare fotoğraflarını çektim. Geldim oturdum, yine dikkatimi çektiler, gidip yine fotoğraflarını çektim. Geldim yerime oturdum, gözüm onlara daha sık takılmaya başladı.
Amcamız bir sol tarafa dönüyor, eliyle bir yerleri işaret ederek bir şeyler anlatıyor, sonra sağına dönüyor benzer işaretler yaparak başka şeyler anlatıyordu. Bu konuşması 2 saatten fazla sürdü. Ne anlatıyordu acaba? Bu kadar süre ne anlatıyor olabilirdi ki? Merakım giderek daha fazla artmaya başladı. Gidip sormak istedim, bunun çok anlamsız olabileceğini düşünerek vazgeçtim. Eliyle bir yerleri işaret ederek anlattığına göre, buraları çok iyi bilen birisi olmalıydı. Baktıkça onların duyamadığım konuşmalarını duyar gibi, anlamadığım şeylerini anlar gibi oldum.
Acaba hangi yıllarında, buralarda ne yapıyordu ki?
Yazan: Kürşat Akın
Peki ışığa koşmak, yürümek ve aydınlığa ulaşmak....
Bence ışıkta biziz, aydınlıklarda. Var oldukça bu ışık hüzmeleri hep olacak...
Önemli olan karanlıklardan aydınlıklara her tonu sevebilmek hayatın...
Yazan: Özgür
20 Ocak 2009 Salı
YAŞAMIN BASAMAKLARI
Yukarıdaki fotoğrafı memleket gezisi sırasında rastlantı sonucu çektim. Güzel bir fotoğrafdı ama sadece güzel bir fotoğraf olmasının dışında, anlatmak istediği bir şeyler daha varmış gibi geliyordu. Bu fotoğrafı başka insanlara göstermeden önce anlatmak istediği şeyin ne olduğunu bulmaya çalıştım. Ortada bir sır vardı bende bu sırrı çözmek istiyordum. Bu nedenle ne hissettirdiğini bulmaya çalışırken; belki çok zorlama bir benzetme olacak ama insanların hayat yolculuğunu anlatıyor gibi geldi bana.
Fotoğrafın çekildiği yani benim bulunduğum nokta başlangıç noktası. Uzaklarda ışık var ve buradan insanların hepsi ışığa doğru harekete başlıyor. En yakın tepeden herkes geçiyor. Bu nedenle burası en belirgin ve koyu renkte. Bazı insanlar ileride görülen ışığa devam etmeyi tercih ediyorlar. Tekrar yola çıkıyorlar, bir dizi zorlu yolculuktan sonra ikinci tepeye ulaşıyorlar. Buradaki insan yoğunluğu ilk tepedekilerden daha az, bu nedenle birinci tepeye göre daha açık renkte.
Işığa doğru devam etmek isteyenler tekrar yola çıkıyorlar. Sayıları biraz daha azalmıştır. Üçüncü, dördüncü tepe derken yavaş yavaş ışığı, aydınlığı hissetmeye başlıyorlar. Tepelerdeki insan sayısı giderek azalıyor, ama ileri gittikçe hem ışık miktarı artıyor, hem de daha yukarılara çıkılıyor.
Gökten gelen en aydınlık ışık en son tepededir. Kafanı kaldırırsın bakarsın ışığın geldiği yere, gökyüzü açık ve engelsiz olduğu için görebilirsin kaynağını.
Aydınlığın en güzelini görürsün, hissedersin, yaşarsın.
ÜRGÜP'DE ÇOÇUK OLMAK
Bütün yazı güneş altında Ürgüp’e gelen turistleri izlemekle geçen bir çocukluk benim ki. Asma altında temiz havanın ciğerlerime döküldüğü anlardan biriydi, tam bu esnada turist abi ve ablaların verdiği şekerlemeleri atıyordum ki ağzıma babaannem bağırdı. Yemeyin o yabancıların verdiğini dinden çıkarsınız. Bıraktım yemedim.
Babaanne bana Peri bacalarını anlat dedim. Köy ağzıyla söyledikleri; aman yavrum gavurlar eskiden buralara gelmiş, savaşmış Türklerle Allah ta onları taş yapmış oralara.
Koskoca coğrafyanın en muhteşem biriktirme şeklini bir cümleyle açıklardı sağolsun.
Çocuk aklımla inanırdım bende. Zamanla anlamıştım aslında bu kahve telvesi bakışlı efsanenin gerçeğini. Türkiye’nin Paris’i diye anılan yerin aslında tarih kitaplarının korunması gereken en önemli ciltlenmiş eseri olduğunu.
Güneşin batışıyla doğuşu farklıdır orda. Taştan yapılmış tek katlı evlerde geçer ömür. Uçhisar kalesinin en tepesinden aşağıya doğru diktiğinizde gözlerinizi o zaman anlarsınız ve hayat bu dersiniz aslında. Ziyaretleri arttırmak ve her daim orda olmak istersiniz. Sabahları kalktığınızda ne burnunuz tıkalı, nede yorgunlukla uyanırsınız. Çünkü siz yalancı dünyanın cennetinde olmuş olursunuz.
YAZAN: Yağmur
CEVABINI VERMEKTE ZORLANDIĞIMIZ SORULAR
Yazan: Kürşat Akın
Sahip olduğumuz şeyler yanı başımızda olduğu zamanlarda pek fazla önem vermiyoruz, değerini kıymetini anlayamıyoruz. Zamanın eninde sonunda tükeneceğini, kötü şeylerin eninde sonunda bittiği gibi, güzel şeylerinde bir ömrünün olduğunu, zamanı geldiğinde son bulacağını bilmemiz lazım. Bu sonsuzluk içerisinde sonu olan bir dönem. Sonu olması bizimle ilgili olan kısmından kaynaklanıyor.
Bizim varolduğumuz dönemdeki bazı şeylerin el değiştirmesi gibi algılayabilirsek eğer çok fazla acı gelmeyebilir. Hayata gelen her insan yaşadığı süre boyunca kendisinden önce yaşamış insanların oluşturmuş olduğu değerleri kullanır, onlardan faydalanır. Kendisi de yeni değerler oluşturabilir ise bunu diğer insanlara kullanmaları için bir şekilde aktarır. Bu süreç hep bu şekilde devam eder gider. Tam bir yokolma hali yoktur.
Sahip olduğumuz şeylerin kıymetini hep kaybettiğimzi zamanlarda anlıyoruz, üzülüyoruz keşkeler yaşıyoruz. Buluyoruz, bir süre sonra kendimizi tekrar kıymet bilmez hale sokuyoruz. Yanımızda iken o kişinin ya da nesnenin kıymetini bilipde en iyi zamanı geçirmeye çalışırsak kaybettiğimiz zamanlarda keşkeler yerine yaşanmış güzel anların sıcaklığı kalacaktır içimizde. Bu sıcaklık en yakınımızdakinden başlamak üzera dalga dalga yayılacaktır.Bu bizim bütün aleme gönderdiğimiz olumlu bir değer olacaktır.
Yazan: Cengiz Özdemir
19 Ocak 2009 Pazartesi
TEŞEKKÜR EDERİM
Yazı için Adres:
http://www.memleket.com.tr/author_article_detail.php?id=9052
18 Ocak 2009 Pazar
BAŞKA ADRESLER
17 Ocak 2009 Cumartesi
ÖNEMLİ DUYURU
RENKLERİM
İnsanları tek bir kalıptan çıkmışlar gibi düşünürdüm. Herkes çalışkan, herkes dürüst, herkes fedakar, herkes merhametli, herkes adaletliydi benim için. İlk kez tanıştığım bir insan hakkında bile düşünmezdim, görünen yüzünün bir maske olabileceğini. O maskenin altında göründüğü gibi olmayan farklı karakterde bir insan olabileceğini. Taki sevdiğim, fikirlerine değer verdiğim bir arkadaşımın, bana insanlara çok çabuk güvenip onlara çok fazla değer verdiğimi söylemesine kadar.
Şimdi kızıyorum kendime, nasıl bu kadar zaman at gözlüğü ile bakabilmişim insanlara diye. Niye hiç konduramamışım siyaha yalanı, riyayı, kıskançlığı, sahte tebessümleri, çıkarcılığı.
İnsan insanın aynasıdır derler. İnsan baktığı insanda kendisini görürmüş. Kendi düşünceleri doğrultusunda şekil verirmiş karşısındakine. Ama tüm bunlar beni teselli etmiyor ki. Hayal kırıklıklarımı silmiyor ki. Değişti bir kere siyahın anlamı benim için. Kıydılar o asil siyaha. Siyaha yükledikleri bu yeni tanıma alışmam zaman alacak. Ama kendim için ezberlemem lazım bu yeni anlamını.
Temkinli yaklaşmayı öğrenmeye çalışmalıyım insanlara. Tamamen iyi niyetle yapılan yada söylenen bir şeye bile ne kadar kötü anlamlar yüklenebildiğine alışmaya çalışmalıyım. Beklentilerin, elini veren kolunu kaptırır misali ne kadar sınırsız olduğuna alışmaya çalışmalıyım.
Bir taraftanda ağır bir yük var üzerimde. Tüm bu saydıklarıma alışmaya çalışırken de kendi değerlerimden ödün vermemeliyim. Ön yargılı olmadan yapmalıyım tüm bunları. Ben ben olarak kalmalıyım. Tamam siyahı kaptırmış olabilirim ama asla izin vermemeliyim pembemi, kırmızımı, mavimi, yeşilimi özelliklede beyazımı almalarına. Onlar benim ve benim olarak kalmalılar.
Yazan: GÜL
16 Ocak 2009 Cuma
ÇOCUKSU SEVİNÇLERİMİZ
Gün gelmiş, kutlamasını yapacağımız zaman yaklaşmıştı. Aldığımız tüm malzemelerle beraber kreşe gittik. Ben fotoğraf makinamı da aldım yanıma. Kızımın doğumgünü için bir takım hatıra fotoğrafı da çekerim diye düşünmüştüm. Hazırlıklar yeni başlamıştı, ben makinayı çantasından henüz çıkarmıştım ki, kreşdeki çocukların hemen hemen yarısı etrafımı sardı.
Abi beni çek, amca bizi çek, Cengiz amca böyle çek diyen yüksek volümlü ve neşeli seslerin arasında kaldım. Bir anda etrafımda, fotoğraf çektirmek isteyen onlarca heyecanlı çoçuk oldu. O kadar heyecanlıydılar ki, heyecanları bana bulaştı. Ben de onlar gibi davranmaya, onlar gibi konuşmaya kaptırdım kendimi. Çok güzel fotoğraf kareleri veriyorlardı. Kafamı bağırdıkları yöne çevirip netlemeyi ve kadraşlamayı yaptıktan sonra, güzel fotoğraf çekebilmek için sadece deklanşöre basmak yetiyordu. Benim fazla bir şey yapmama gerek kalmıyordu. Bende öyle yaptım. Sağıma baktım güzel bir kare çektim, soluma baktım güzel bir kare çektim. Onların coşkusu benim coşkuma karıştı, benimki onlarınkine.
Benim hazırlık aşamasına herhangi bir katkım olmadı ama yukarıdaki gibi onlarca fotoğraf ve anılarımda çocuksu sevincim kaldı.
ÇOCUKSU BAKABİLMEK
15 Ocak 2009 Perşembe
UZUN YOLCULUĞA BAŞLARKEN
Ne anlamı var diye düşünüp dururken,
kendime olan yolculuğumun,
Kalkış saatini biraz geçirdim.
Yolculuk tahminimden uzun ve biraz da yorucuydu,
Aşılması gereken, çok fazla engelleri vardı.
Çok sonraları............
Gözünü kapatıp olmayı çok istediğin yeri hayal edersin ya,
Alıp götürürsün kendini,
ve nefes almak isteyen benliğini.
İşte hayat buymuş dersin,
atarsın uzaklara ÇIĞLIĞINI
13 Ocak 2009 Salı
BEN RAHATIM, SİZ DE OLUN
Meseleye etraflıca bakılabildiğinde; üzerinden kolaylıkla atlanılabilecek ya da yanından kenarından dolaşılarak aşılabilecek şeylerdir aslında. Oysa büyüttüğünde sanki tüm refleksleri ortadan kalkmış, yürüyemez, düşünemez hale gelirsin.
ZORLUKLARDA GÜZEL OLMAK
Kurumuş topraklarda aç susuz beklersin, ne zaman ki yağmur yağdı bayramın olur. En büyük dileğin bir sonraki yağmurun seni ıslatmasıdır. Nasıl solmadan kalmayı başarıyorsun? Neyi ümit ediyorsun? Neyine güvenip en dipte açıyorsun?
Ben kır çiçeği olamam. En diplerde tohumum toprağa düşmeden açılamam. Bekleyemem, bakamam, seyreyleyemem. Oksijen çekemem, karbondioksiti ciğerlerimde tutamam ve ben asla dağ çiçeği olamam...
11 Ocak 2009 Pazar
DOĞAL BAKIŞ
TİRYAKİNİN GÜNLÜĞÜNDEN
10 Ocak 2009 Cumartesi
Kayboldum kuytularında,
Çıkmaz bir yoldayım,
Karanlık ağlardayım.
Kim olduğunu bilmiyorum ama çizgilerinden derinlerde olduğunu anlıyorum. Ağlama ‘’teyze’’ demek istiyor içim. Hiç tanımadığınız biri teyzeniz olur mu diyor dilim?
Acı, yaşlılık, sevinç, hüzün ortak bir kaderdir kalemimizde. Birlikte ağlar, birlikte güler, birlikte yürürüz millet olarak sözde. Aslında ne biz içten ağlarız birlikte, ne de birlikte güleriz sevinçte. Acıda, neşede tek başına kendinle paylaşılır. Toplu yapılanlar sadece anlık duygulardır. Birinin yasını anlıyorum dersiniz ama hissetmezsiniz. Kederin benimde kederim dersiniz yalnız bir kademe anlık hissedersiniz. Arkanızı dönüp yolunuza devam ettiğinizde yine yalnızsınız bilesiniz…
Yazan: Adsız
TERKEDİLMİŞ YAŞAMIN BEKÇİSİ
Aldı götürdü her şeyi zamanın ağır ve kasvetli havası. Öyle uzaktı ki orası belki gelemeyecektik, gelsek bile bulamayacaktık. Gidersen yalnız kalacaktın kalabalıkta. Kalırsan yalnız kalacaktın yalnızlıkta. Kader öyle çizmişti, renksiz ve donuk resmini. Gitmeyi tercih eden çok oldu, kader diyip kalanlar az oldu.
Gidemedi, kopamadı artık yaşamayan eşinin hatıralarından. Bağlamıştı kader onu, en kalın ipinden. Kesemezdi, çözemezdi.
9 Ocak 2009 Cuma
EĞLENCENİZ MATEMİME YETMİYOR
Ekonomik ya da başka sosyal nedenlerden dolayı yıllarca yaşadığın ortamdan ayrılıp, başka diyarlara götürürsün kendini. Gurbet denir, gittiğin yere. Oralarda kime ve neye karşı verdiğini tam olarak bilmediğin bir yaşam mücadelesinde kendini bulursun. Bu mücadeleden bazen yenik, bazen de gazi olarak ayrılırsın.
Sonra birden memleketinin toprakları, dağı taşı ve çocukluğunun en güzel ve derin duygularını paylaştığın arkadaşların aklına gelir. Buram buram hasret duyguları depreşir içinde. Dayanamaz 3-5 kişiye telefon açıp, yaptığın bol hasret içeren konuşmanın ardından “haydi beraber gidelim memlekete” dersin, birde tatil zamanına denk getirdin mi tamamdır her şey. Yurdun her yerinden, duygu seliyle akar gelirsin memleketine.
Oysa aradan yıllar geçmiş, zaman hep ileri gitmiştir. Küçülen, gençleşen, saçı başı siyahlaşan yoktur. Yıllar önce bıraktığın gibi değildir artık hiçbir şey. Zamanın doymak ve durmak bilmeyen çarkları, kara delik gibi yutar ve bir daha tanınmayacak şekilde un ufak eder bırakır her şeyi.
Etrafına bakındığında; bazı insanların eksilmiş olduğunu fark edersin, ya da sohbet açıldığında rahmetli…. diye başlayan bir hikaye duyduğunda anlarsın eksildiğini.
Buluşmanın coşkusu, kaybettiklerinin hüznü kaplar her yeri. Bu bazen türkülerde hayat bulur bazen de ağıtlarda. Bazen gülücüklerde bazen de ağlayan gözlerde.
8 Ocak 2009 Perşembe
SIMSICAK (Gelen yorum nedeniyle tekrar yayınlamak istedim)
KARŞIMDA DURUP YANAĞIMI MİNİCİK ELLERİYLE OKŞAYAN BİR ÇOCUĞUM OLMAYACAK.
ANNE OLAMAYACAĞIM YANİ....
AMA BU VE BUNA BENZER FOTOĞRAF KARELERİNDE KENDİMİ HAYAL EDECEĞİM.
BANA ACIMI VE KISADA OLSA TEBESÜMLÜ BİR HAYAL KURMA FIRSATI TANIDIĞINIZ İÇİN FOTOĞRAFTAKİ ANNEYE,YAVRUSUNA VE GÖRÜNTÜYÜ BANA TAŞIYANA SONSUZ TEŞEKKÜRLER.....
Yazan: ..............................................................
SENİ AFFEDİYORUM
KARANLIKTAKİ IŞIK
Gördüğünüz a anda içinizi kıpır kıpır eden o görüntüler, yüreğinizin anlayamadığı gizemli tutkularınızı, o tarifi zor heyecanlarınızı gün ışığına çıkarır aniden. Görüntüdeki büyü sizi sarıp sarmalarken; duygularınız derin maviliklerde altüst olur, bir yandan gülümsetirken diğer yandan da yüreğinizde ince sızılar oluşturur. Hele birde yanlızsanız,dünya denen bu koca denizde ............BU GÜZEL FOTOĞRAF KARELERİNİ BİZİMLE PAYLAŞTIĞIN İÇİN SANA SONSUZ TEŞEKKÜRLER....
Yazan: EYLÜL
7 Ocak 2009 Çarşamba
SEN ÇOK DUYGUSAL DAVRANIYORSUN
Bu yazıda buna bir açıklık getirmek istedim. İnsanın var edilmesiyle beraber ona verilen duygu özelliği, nasıl oluyor da insanların kafasında değişik derecelerde sorunlar oluşturabiliyor. Burada bir kavram kargaşası olduğunu düşünüyorum. Duygu kavramını iki ayrı alt kavramla açıklamak gerekiyor gibi.
· Birincisi; duygulu olma halidir. Bu bizim hep olsun, hatta çok olsun şeklinde istediğimiz bir şey. Duygulu olmak hissetmek halidir. Bir arkadaşımızın dediği gibi "duygulu olmak, duyarlı olmaktır. Duygusuz insansa duyar insan olur". Duygulu olmak, kendinin ve kendinin dışındaki diğer canlı ve cansız varlıkların, var olma hallerinin gerekçelerini hissedip, ona uygun koşulları daha da ileriye götürme çabasını sağlar, bunun için temel enerjiyi verir. Yakınındaki her şeyin duygularıyla empati yaparak, o şey için neyin en iyisi olacağını hissetme halidir. Bu haliyle büyütülmesi, derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması gereken bir durumdur.
· İkincisi; duygusal olma halidir. Duygusal olma hali yaptığımız herhangi bir etkinlikte, duygularımızın bize yapmamızı istediği şeyleri yapmamızdır. Yani duyguların etkisinde kalma halidir. Ne yapıyorsak mantık biliminin yasaları yerine duygunun sakıncalı tarafının kullanılmasıdır. Duygunun başa bela olan kısmı tam da burasıdır. Yaptığımız çoğu hatadan sorumlu olan ve azaltılması gereken tarafı.
Duygunun bu iki alt özelliğini kavrayamadığımız sürece, aynı hataları hep yaparız ve yapacak oluruz.
GÜNÜN SONU, DİĞER GÜNÜN BAŞLANGICI
ÖFKEM BAL LOKMASI
Dil yaydan çıkınca öfke bal lokması oluyor. Kusmak geliyor ruhunun en derinindekileri. Bilincin en altındaki id ayaklanıyor. Önce ben diyor. En terbiyesiz yanını döküyor ortaya. Küfürler sallamak istiyorsun belki karşına…
Dur bir düşün önce! Ölç ve tart… Bakalım karşıdaki bunları hak etmiş mi? Yok artık tek gözlüklüsün, çift camlar kırıldı. Bakamazsın ki, durduramazsın ki… Çıktı kontrolden dil, fren balataları koptu… Hidrolik yağı boşaldı…
Sonra gelsin pişmanlıklar. Bu çocukluğun mu, hamlığın mı yoksa ortamın verdiği bir duygu mu bilmiyorum ama başıma bela olan üç duygumdan biri olan bundan kurtulmak istiyorum.
Evet, bu haftaki yazılarımız ve yorumlarımız kurtulmak istediğimiz en güçlü, en doğal duygumuz olsun. Ben ‘’öfkemden’’ kurtulayım bu hafta, gelecek hafta ‘’kıskançlığımdan’’, diğer hafta ise ‘’korkularımdan’’… Bu hafta öfkemden başladım çünkü öfkemi kontrol edersem diğer iki doğal duygumu kontrol etmem daha basit olur diye düşünüyorum. ‘’ Haydi id’lerimizi esir alalım.’’ Bunu yapmak içinde yazılarımızı yoralım, yorumlatalım…
Yazan: Zeynep Ünal
6 Ocak 2009 Salı
İÇİMİN RENGİ
Sonra kendi neslimin başlangıcına indim yani bebeklere. Buruşuk yüzleri, yalanan dilleri, masum uyuyuşları, isteklerini dillendirmek için ağlamaları, sevildiklerinde ve mutlu olduklarında anlamsızca gelen çıkardıkları agucuk ugucuk sesleri ne kadar hoş değil mi? Hangimiz bu sevimli yavruya öfke duyabiliriz ki. Onların doğallığı ve oldukları gibi kabullenmemizden kaynaklıdır, öfkemizin olmaması.
5 Ocak 2009 Pazartesi
KENDİM OLMAK
2008e veda edip 2009 a girdiğimiz şu günlerde bende oturup düşünecek bol vakit buldum. Bir yıl daha geçip gitti işte. Ama ben boşa geçmiş saymıyorum bu yılımı. Yaşlanmadım, olgunlaştım. Bu yılda bana iyi kötü bir şeyler kattı. Yeni yılında her şeyiyle güzel olmayacağını biliyorum. Ne benim için ne bir başkası için. Yine olacak üzüntüler, ayrılılıklar, hasretler. Ama iyi yanından bakıyorum ben, güzel şeylerde olacak, yeni sevinçler, gülücükler...
YALNIZLIK
Yalnızlık…Bugünlerde benim düşüncelere gark olup, sessizlikler içinde boğulmama sebep olan kelime.Yalnızlık nedir? İnsan yalnızlığın manası kapsamında mı yalnızdır; yoksa kendini kalbinin en derinliklerinde yalnız hissetmesi mi onu yalnız yapar?
Yalnız bir insan düşünüyorum. Aklıma ilk gelen sırtında abası, elinde kavalıyla, ıssız bucaksız ovalarda gezen bir çoban oluyor. Tek arkadaşları, tek dert ortakları hayvanları olan bir çoban. Kavalından dökülen nağmelerle anlatıyor tüm sevinçlerini, üzüntülerini onlara. Onlarda çobanı anlayıp onun duygularına ortak olmak istiyorlar sanki. Dertli olduğunda sessizlik içinde otlarlarken, kavalından dökülen nağmeler sevinçlerini anlatıyor, sessiz ovalar onların meleme sesleriyle canlanıyor birden.
Birde tüm heybetiyle duran bir dağ var uzakta. İlk bakışta yalnız geliyor insana. Sonra dikkatimi kışın gelmesiyle zirvesini dolduran ziyaretçileri çekiyor. Renk katmışlar kara gövdesine. Sonra bedeninde barındırdığı bitkiler, hayvanlar, kayalar ve toprak geliyor aklıma. Ya eteğindeki köyler… Onlara öyle bir kucak açmış ki hepsi onun bir uzvunu temsil ediyorlar. Tek birini ayırsa, bedeni yarım kalıp tüm heybeti yerle bir olacak sanki. Ve tüm bu uzuvlar hayatından o kadar memnun olmalı ki terk etmiyorlar dağı.
Sonra aklıma birden bir çocuk geldi. Buğulu camlar ardında öylece oturuyor. Bir şeylerin özlemini o kadar derinden yaşıyor ki… Yüzünü iki avucunun ortasına koyup buğulu camlara dalıp gitmesinden belli oluyor. Dile getirmek istediği bazı şeyler var, fakat dile getirebileceği insanlar yok ki. Sonra birden bir şey keşfediyor. Buğulu camlara yazıyor can bulsunlar diye dile getiremediklerini. Anne, baba, anne, baba… Buğularla birlikte silinsinler ki o tekrar fırsat bulsun dile getirmeye. Sonra bu minik kalplerden binlerce olduğu geldi aklıma. Belki de hepsinin dile getirmek istediği bu iki kelime, bu şekilde can buluyordur kim bilir.
Ya koca bir metropolde yaşayan bir insan. Adım attığı her yer kalabalık. Tüm zamanı koşuşturmayla geçiyor hayatın akışına ayak uydurmak için. Arkadaşlarım diyebildiği insanlar var çevresinde. Hatta dostları da olsun. Buna birde geniş bir aile ekleyelim. Her insanın kalbinde tahtlar vardır ya, en sevdiklerini oturttuğu: işte bu insanın tahtları da dolu olsun. Hatta bu tahtlarda oturanlar çocukları ve hayat arkadaşı olsun. Hatta onlarda onu çok sevsinler. Ama bu tahtlardan birine izinsiz oturan biri var ki oda yalnızlık. Ne yapsa kaldıramıyor hak etmediği yerden. İçinde fırtınalar kopmasına sebep oluyor yalnızlık. Sevdikleri üzülmese feryat edecek yalnızım diye. Ama dedim ya, o sevdikleri üzülmesin diye bastırıyor o feryatları yalancı gülüşlerle. Belki de şehirlerde yaşayan çoğu insan gibi.
Şimdi soruyorum: kim daha yalnız? Koyunlarıyla birlikte yalnız gezen çoban mı, tüm heybetiyle insanları bile içinde barındırabilen ve yıllardır dimdik ayakta olan dağ mı, buğulu camlar ardındaki o minik kalp mi, yoksa o kadar kalabalığın içinde yalnızım diye haykıran kalp mi?
Yazan: Gül
GURUR (Bu yazı aşağıdaki kendime ait yazıda bahsi geçen kişiye aittir.)
Odayı iki saat sonra derhal eski haline getir dedi Müdür Bey.
Devamında ise; burası benim odam ve burada benden izinsiz toplu iğnenin bile yeri değiştirilemezle noktalandı cümle.
Bu muydu? Yani onca yorulma, sürpriz niteliği taşıyan karşılama bu muydu? Uzatma işte kızım buydu…
Yok! Artık işçisi, sekreteri, çaycısı, müdürü, patronu benim yaptığımı biliyordu odanın dizaynını, müdürün itirazı ile tekrar eski haline getirilmiş bir odayı da bünyem taşıyamazdı. Taşıyamadı da zaten. Bastı istifa mektubunu çok sevdiği işinden ayrılmaya kalktı. Yollarda ökçeli botlarla tık tık uzaklara kadar yürüdü. Ağladı, pişman oldu gözlerim. Ama artık o kapı çekilmişti bir kere düşüncesizce. Artık kapıyı hızlıca kapatmıştım aralık bile bırakmadan…
İçim sadece şu sözleri tekrarlıyordu;
- Ağlama pişman değilsin gururun için yaptın.
- Ama ben işimi çok seviyorum.
- Evet, sevebilirsin ama artık senin bir işin yok.
- Hayır, özür dileyip işime geri dönmeliyim.
- Hayır, dönemezsin aptal, gururun ne olacak!
Gurur!
Neydi bu gurur? Var mıydı tasavvufta bu gurur? Tasavvufta yeri nerdeydi? Yok muydu tasavvufun en önemli detaylarında nefisteki gurur? Dar kapılardan, alçak yüksekliklerden boynumuzu eğerek geçmemeli miydik? Ya Peygamber efendimizin yüzüne kafirler işkembe fırlatırlarken Peygamber döndü mü yolundan? Onun gururu hepimizden üstünken neden mücadele verdi?
Evet, benim olayım bu kadar büyük değil ama zaten kızdığım noktada bu kadar küçük detaylara takılmam. Çocuk hissettim o an kendimi. Profesyonel davranmamıştım. En büyük problemim buydu. Oysa fakültedeyken bunları öğretmemişlerdi bize. Hala içimde soru işaretleri vardı. Bu soru işaretleri varken bir yandan da hayatın gerçekleri vardı karşımda. Bütün taksitlerim, evimin kirası, yediğim ekmeğin parasına kadar her şey işyerimden kazanmış olduğum maaşıma bağlıydı. Küresel krizin baş gösterdiği dünyada iş beğenmemek ya da gurur yapmak tamamı ile bencillik ve haksızlıktan başka bir şey değildi.
İç hesaplaşmalarım bitti. Artık sıra asıl sorun olan çarptığım kapıyı tekrar nasıl aralayacağımdı.
İşte yanıtı bulmakta zor olmadı. Elimi telefona götürdüm ve Müdür Bey’in telini çevirip ‘’özür diledim.’’
Sanırım gururum denen şey törpülenmişti ilk kez ve tasavvuf kapısından geçerken başımı eğmiştim.
Evet, geldik bu yaşananlardan çıkarılacak derse;
- Sakın bir daha düşünmeden kalkma.
- Öfkeyle kalkma, zararla oturma.
- Sorun yaşadığın kişiyle ‘’sorunu’’konuşmadan ortamı terk etme.
- Gurur dediğin şey tabağa konup yenmiyor.
- Küçük sorunları büyütüp çığ yapma.
- Bir daha özür dileyeceğin ya da tükürdüğünü yalayacağın işi yapma.
Sonuç:
Bu dünyada bir paraya yiğitlik olmaz, iki soğuğa yiğitlik olmaz. (Özlü söz; Babam)
4 Ocak 2009 Pazar
ONURMU GURURMU ?
Bu yazıyı 2-3 gün önce arkadaşım olan birisinin beni telefonla arayarak çok kötü durumda olduğunu, hatta intihar etmek istediğini söylemesiyle başlayan bir diyaloğun sonunda kaleme aldım. yazıyı yayınlamak için kendisiyle yaptığımız görüşmede onunda benzer içerikte bir yazıyı kaleme aldığını öğrenince onun yazısınında yayınlamaya karar verdim.
Bu kişi çalıştığı işyerindeki bir kişiyle tartışmış, tartışma büyüyüp o işten ayrılmak istediğini söyleyerek ve buna ait başka mesajları da vererek o ortamdan ayrılmasının ardından, evine gelmiş. 6 ay içerisinde ayrıldığı ikinci işi olacaktı bu. Bunu 2 yönden olumsuz algılıyordu. Bunlardan ilki: iki defa işten ayrılmış olması, kendisinin ne kadar uyumsuz bir insan olduğunu gösteriyordu. Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın bunu başaramayacağını, iyi ve uyumlu bir insan olarak yaşamını düzene koyamayacağını düşünüyordu. Böyle olunca yapabileceği en iyi şeyin intihar etmek olduğunu söylüyordu.
Peki tekrar işinin başına dönüp dönemeyeceğini sorduğumda; dönemeyeceğini çünkü ayrılırken onlara kötü şeyler söylediğini, bu yüzden onları arayıp tekrar oraya devam etme isteğini iletmesini, gururuna yediremeyeceğini söyledi.
Bunun üzerine gurur meselesi yada kavramı üzerine konuştuk bir süre daha. Sonunda beni dinleyeceğini söyledi, gururuna yediremeyeceği şeyi "gururunu ayaklar altına alarak" onları aradı. 5-10 dakika sonra beni tekrar aradığında bu sefer sevinç çığlıkları ve bol teşekkür ederimli konuşmaları vardı.
Sanırım eski filmlerdeki “fakir ama gururlu genç” söylemleri çok fazla içimize işlemiş. O yüzden doğru olmadığını bilmemize rağmen içimizdeki şeyin söylediğinin tersini yapmayı gururlu olmakla, yada gururuna yedirememekle açıklayabiliyoruz. Sanırım gururlu olmakla onurlu bir yaşam sürmeyi hep karıştırıyoruz.
Bir şairimizin söylediği gibi onurlu yaşam:
Herşeyin onurlusu olmalı
Hayatın, aşkın, dostlukların
Onurlu bir hayat yaşamalı insan
Üzerine düşenleri layıkıyla yaparak
Utanmadan, sıkılmadan
Onurlu yaşamın nasıl olması gerektiğine ilişkin bir yazıyı bundan sonraki yazımın konusu yapmak istiyorum.
3 Ocak 2009 Cumartesi
2 Ocak 2009 Cuma
Gönderen: canel