HOŞGELDİNİZ


Fotoğrafları büyütmek için üzerine tıklayınız


HAYAT YAŞANTI ARAMAK DEĞİL, KENDİNİ ARAMAKTIR. (C.PAVESE)


31 Ocak 2009 Cumartesi

VAROLUŞUMUZLA İLGİLİ SORULAR

Gelen bir soru: Yaşam katlanmaya değmeyen acılar yumağımıdır?. Yoksa her şeye rağmen filmin sonunu görmeye değer mi? ( Adsız)

Gelecek cevaplar:..
Bu soruya yanıt olabilecek çok güzel bir yazı gönderilmiş, ama alıntı olması nedeniyle ana yazı olarak değilde, yorum kısmına koydum.

30 Ocak 2009 Cuma

DEVAM....

İşte benim en büyük korkum. Anne ve Babamı kaybetmek artık bu ikiliye sanırım kızımda dahil oldu. Allahım bu ne büyük bir yüktür. Elbetteki birgün herşeyin sonu gelecek belki onlar belkide ben, önceden bu dünyaya elveda diyeceğim. Biliyorumki bundan öncede bu böyle olmuş, bundan sonrada böyle olacak, ama yok yinede yediremiyorum kendime bu düşünceyi sanki hiç olmayacak hiç yaşanamyacak o sahneler.
Ne zamanki bir arkadaşım annesini veya babasını kaybetse hayata küsüyorum, hayır bu böyle olmamalıydı bir yerde yanlış olmalı diyorum, boğazlarım şişiyor nefes alamıyorum. Sonra bakıyorum arkdaşım bu acıyıda atlatıyor hayata yeniden devam edebiliyor yeniden gülebiliyor...Demekki diyorum bu da geçecek diyor ve yeniden teselli buluyorum.
Bazen bu dünyanın olanca güzelliğine karşı hiç doğmasaydım keşke diyorum sırf bu acıları tatmamak için. Sanırım hayata anlamını veren bu acılar. Siyah olmasaydı beyazın saflığı ve temizliği olurmuydu sevebilirmiydik sadece siyahı, zannetmiyorum. Bu gün yeniden teselli buldum sizin yazılarınızla yeniden keyif aldım aldığım her nefese. Teşekkürler hepinize anladımki herşey bizim için, her ne olursa olsun hayat yine devam edecek, ne mutlu bize ki yaşadığımız her an için sevdiklerimize değer verip onlarla olabiliyor ve hayatı paylaşabiliyorsak.
Saygılarımla
Yazan: Ahmet

29 Ocak 2009 Perşembe

BİZE VERİLEN HEDİYELER

Doktorum (aslında artık sadece doktorum diyemeyiz.Çünkü birçok yakınımla konuşamadığım anıları onunla paylaşabiliyorum ve bunun bana iyi geldiğinin farkındayım) bana yazmamı tavsiye etti.İki gündür sitede dolaşıp ne yazabilirim ya da hangi yazıya yorum yapabilirim diyerek geziniyorum.En sonunda yazıya bir yerden başlamam gerektiğini düşünerek kalemi aldım elime...
Çocukluğumu; şanslı olan her çocuk gibi mutlu geçirdim.Hatırlayabildiğim hiçbir sıkıntım olmadı.Mutluydum, şanslıydım çünkü benim için çırpınan ebeveynlere sahiptim. Bir dediğimin iki edilmediği hayatları bana adanmış anne ve baba....Yıllar sonra anne olduğumda onların ve bütün anne babaların neler hissettiğini çok daha iyi anladım.
Biranda yaşamınıza girmiş ve sizin parçanız olduğunu bildiğiniz küçücük bir et yumağı. Bu size verilmiş bir armağan ve hayatınızda almış olduğunuz ve alacak olduğunuz en değerli en anlamlı hediye. Dünyada bana bunu hissettirebilecek başka bir duygu olamaz. Çünkü o benim en değerli parçam. Bu et yumağını kucağıma aldığım gün, bu çirkin şey benim mi demiştim. Daha önce yüzlerce bebek gördüm, kucakladım ama hiçbiri benimkinde hissettiğim duyguları yaşatmadı bana. Bu farklıydı ve bu bana aitti, bensiz yaşayamazdı. Dünyada böyle güçlü, böyle vazgeçilmez bir sevginin daha olamayacağını anladım o an. Bu öyle bir sevgi ki içine sığmıyor, kelimeler yetmiyor onu anlatabilmek için.
Onun gelişiyle birlikte ben tekrar çocuk oldum ve ben onunla birlikte büyümeye başladım. Dünya benim için çok daha güzeldi, çok daha anlamlıydı ve ben herşeyle baş edebilirdim. Gücümü kızımdan alıyordum, gücüm kızım büyüdükçe artıyor ve beni hiç kimse yıkamaz düşüncesine yöneltiyordu.
Herşeyim oydu, hayatımın anlamıydı o. Onunla nefes alıyor, onunla çocuk oluyor ve onunla büyüyordum. Bir tarafım, hep her güzel şeyin bir sonu vardır diyordu. Ama bunun sonu olamazdı, çünkü kızım hep yanımdaydı. Kızıma daha doyamadan bir gün beni bırakıp gitti ve ben hayatımın anlamını yitirdim. Hayatımı, canımı, can yoldaşımı, kızımı herşeyimi kaybetmiştim. Bunu nasıl kabul ederdim ki, onsuzluğa nasıl alışırdım ki, onsuz nasıl nefes alırdım ki.....
O gelmeden önce nasıl yaşadığımı unutmuştum, buna nasıl geri döneceğimi bulamıyordum. Onunla geçirdiğim 6 yılı nasıl yok sayıp, nasıl onsuz nefes almaya başlayacaktım.Yüzlerce buna benzer sorular sordum kendime, ama hiç birine verecek bir cevabım olmadı.170 gündür kendimi yarım hissediyorum, yaşam sevincim elimden alınmış gibi.
Kızım bana verilmiş bir hediyeydi. Ben onu hayatıma aldım, ama hayatımda tutamadım. Şimdi günüm, ömrüm onu özlemekle, onu düşünmekle ve onu sevmekle geçiyor. Bir konuda da kendimi herşeye rağmen şanslı adediyorum. Çünkü ben kızımın değerini onu kaybettikten sonra değil, o hayatıma geldiği ilk gün anlamıştım.
Yazan: Urud

SIKILANLAR İÇİN..




28 Ocak 2009 Çarşamba

DEDİKODU




Kadın ve erkeklerin bir araya geldiklerinde, gündemde her zaman yerini koruyan temel tartışma konusudur dedikodu. "Dedikoduyu kadınlar mı yoksa erkekler mi daha çok yapar ?’’ Oysaki dedikodunun kendisi gibi bunu tartışma konusu yapmak da çok anlamsız bir şey. Dedikodu mahalle arasından çıkıp toplumun üst makamlarına kadar taşınmış durumda. Dinimizce de yasak sayılan bir unsurun içimize bu kadar girmesine bir anlam veremiyorum.

En alt seviyedeki bilinçlilik halindeki insanların yaptığı bir şey olmasına rağmen, toplumumuzun en sağlam bağlarını dahi çözebilecek etkinliğe ve güce sahiptir dedikodu. Dedikoduların çok bulunduğu toplumlarda; güven ve moral erezyonu oluşur, insanlar arasında gruplaşmalar meydana gelir. Sıkıntı, stres ve buna bağlı ikincil sorunlar ortaya çıkar. Tüm bireylerde çalışma temposu ve iş veriminde düşmeler oluşur, olumsuz ortamdan etkilenen iyi çalışan personel işten ayrılmak zorunda kalır. Bu durumda bireyin aile düzenini etkileyerek, belki bir daha düzelemeyecek yaralar açar…

Dedikodu yapmanın faydalı olduğuyla ilgili safsata sayılabilecek, hedef saptırmaya yönelik telkinler verilir. Oysa ki; bu olgunun bir bilinç seviyesi göstergesi olduğunu, bilinç seviyesi yükseldikçe insanların zihinlerinde konuşacakları şeylerin, insanlar olmaktan çıkıp fikirler olmaya başlayacağını göstermek gerekiyor.

Kendinize başkalarını değil, kendinizi anlatmaya çalışın. Siz kendinizi bulmaya başladığınızda başkalarının ne yaptığı sizi çok ilgilendirmiyor olacaktır. Eminim bu daha fazla ömür uzatacaktır.

27 Ocak 2009 Salı

NEŞE VE HÜZÜN

Kalabalık bir pazar yerinde bir pazar günüydü. Karaman ve yakın ilçelerde yaşayan hemen herkesin bildiği bir yer olan Zeyve pazarına gitmiştik. Bu pazar yeri, tarihsel geçmişini de içinde barındıran, köylü insanlarla, şehirde yaşayan insanların bir araya geldiği, mal ile paranın değiş tokuşunun yaptıkları bir yer. Aynı zamanda sayfiye yeri. Evden aldığın bir takım malzemelere ilave olarak, burada bulunan kasap ve marketlerden başka şeyler de alarak, ne yapıp yemek istiyorsan ona göre hazırladığın şeyi fırınlara verdikten 1-2 saat sonra nefis yemek olarak yiyebildiğin bir yer.
Özellikle pazar günleri çevredeki civar köylerden gelen insanların beraberlerinde getirdikleri meyve ve sebzeler, buraya gelen doğal beslenmeyi özlemiş insanlarla buluşmayı bekler. Sıkışık sokaklarında, piknik yapanlarla alış veriş yapanlar birbirine karışır burada. Eğer kalabalık bir grupla gitmişseniz, gruptaki herkesin yaptığı alışveriş sonrasında çantalarında bulunan meyve sebzeleri birbirlerine ikram etmeleri, bazen çok garip enstanteneler meydana getirir. Bir kez benim başıma böyle bir şey gelmişti, bana ikram edilenlerden dolayı her iki elimde yaklaşık 8-10 çeşit meyve sebze olmuştu. Bir elmadan ısırıyordum, arkasından salatalık yada domatesten, sonra üzüm, arkasından bir de muz dan yiyordum. Bendeki bu enstantene bir süre sonra gruptaki herkeste olmuştu.
Yine kalabalık bir grupla yaptığımız yolculuk sırasında, bu bölgeyi çok iyi bilen birde rehberimiz vardı. Rehberimizin önderliğinde pazarı dolaşırken, alışverişlerimizi de yapıyorduk bu arada. Nerede daha tazesi ve güzeli varsa onu arayıp bulmaya çalışıyorduk. Alışveriş sırasında köylü insanlarla yaptığımız sohbetlerde oluyordu. Konular daha çok sattıkları sebze ve meyvelerle ilgili oluyordu ama yine de onlarla görüşmek ve sohbet etmek keyifliydi. Şehir yaşamından çok etkilenmemiş bu insanlarla yaptığımız sohbetlerde, hayata bakışları ve konuşma tarzlarıyla doğduğumuz yerlere, çocukluğunu yaşadığımız zamanlara gidiyorduk.
Bu konuşmalarımız bir ara ciddi bir şekilde eğlenceli hale gelmişti benim için. Köylülerden mallarını satın alırken bir tutam köy yaşantısı, bir kilo anı, bir deste doğallık alıyordum sanki. Bunlar, aldığımız malların yanında hediye olarak gelince; ödediğim para çok az gelmeye başlamıştı bana. Açıkçası neşem yerindeydi.
Bu şekilde yapılan pazar alışverişinin devamında; bizim grup içerisindeki bir doktor arkadaşla pazar yerinde karşılaşıp, dolaşmayı beraber yapmaya başlamıştık ki; bu doktor arkadaş pazar yerindeki bir kadınla (fotoğrafdaki) konuşmaya başladı. Meğerse bu kadın, 3-5 gün önce ciddi sayılabilecek bir sağlık problemi nedeniyle kendisine muayene olmuştu, burada karşılaşınca şimdi nasıl olduğunu soruyordu. Kadının yüz ifadesinden ve başını yukarı doğru iyi değilim anlamındaki kaldırmasından daha düzelmemiş olduğu belliydi. Ben bu bakışı yakaladıktan sonra ne sattığına baktım. 5-10 kg kadar var ya da yok sebze vardı önünde.
Neşemin içine hüzün katılmaya başladı birden. Tıpkı aynı fotoğraf karesinde iki kadının yüzlerinde iki farklı duygu; neşenin ve hüznün bulunması gibi, içimde de aynı iki duygu bir arada bulunuyordu.

26 Ocak 2009 Pazartesi

HAYALLERDE SONSUZA DEK YAŞAR İNSAN


KORKUYORUM. Seninle uzaklara gitmek istemekten korkuyorum. Çünkü gideceğin yollar bitmiş senin.

Hayal etmekte güzel ama bir otobüse binmişiz sen ve ben; camdan dışarıyı seyrediyoruz. Tarlada çalışan kadınları, dağları, güneşi, yıldızları ve cama yansıyan gölgelerimizi… O otobüs öyle uzaklara gidiyor ki; hiç görmediğim okyanusu görebileceğim kadar uzaklara. Hayal bu ya bir de ev yapmışlar bizim için, anahtarı cebinde, haydi aç kapıyı da girelim içeriye. Şu yatağa, perdelere, masaya bak, hepside ne kadar güzel değil mi? Evimize yavaş yavaş yerleşiyoruz; her şeyi tek tek tanıyoruz.

Şimdi sıra birbirimizi tanımaya geldi. Kalabalıklar için de imkânsızdı birbirimizi tanımak. Haydi, çıkaralım maskelerimizi. Kucağına yatıyorum; yavaş yavaş saçlarımı okşuyorsun. Yanındaki çantadan bir kitap çıkartıyorsun; o güne kadar hiç duymadığım en güzel masalları okuyorsun benim için. Uyumuşum. Sabah kalktığımda sana gördüğüm rüyayı anlatıyorum. Öyle güzel gülümsüyorsun ki buna karşılık vermemem imkânsız. Senin için reçelli yumurta yapıyorum. Karnımızda doydu.

Şimdi ne iş yapacağımıza karar vermeliyiz. Emek vermeliyiz bir şey için. Emek verilmeyen her şey sıradan ve anlamsızdır değil mi? Cama doğru ilerliyorsun, okyanusu gören camımıza doğru. Yanına geliyorum birlikte seyretmeye başlıyoruz. Dışarıda duran kayığa takılıyor gözlerimiz, birbirimize bakıyoruz. O an balıkçı olmaya karar veriyoruz sen ve ben. Öyle mutluyuz ki, sen her gece benim için masallar okuyorsun. Ben her sabah senin için reçelli yumurta yapıyorum. Şarkılar söylüyoruz birlikte, dans ediyoruz. Gördüğümüz rüyaları anlatıyoruz birbirimize. Kayığımıza binip her gün balık tutuyoruz.

Günler, aylar, mevsimler, yüzyıllar hatta bin yıllar geçiyor böyle. Bin yıl yaşar mı insan diyorsun değil mi? Hayallerde yaşar, sonsuza dek yaşar insan. Yolların bitmemiş olsaydı okyanusu görmeye gelir miydin benimle?

Yazan: Özlem

25 Ocak 2009 Pazar

DUL KADIN OLMAK

Dul kadın olarak yaşamak. Boşanmış dul kadın olarak yaşamak zor değil, aslında zorlaştırılıyor. Ben boşandığım için mutluyum. Daha önce boşanmadığım, kendimi ve evladımı yıprattırdığım için üzgünüm. Kimse boşanmak için evlenmiyor. Her anlamda yıpranarak, yaşamaya maruz kalındığı için boşanmayla sonuçlanıyor. Ama sadece eşimizden boşanıyoruz, namus duygusundan boşanmıyoruz ve onu hiçbir yerde bırakmıyoruz.
21.yy da birçok şeyin değişmesine karşın toplumun dul kadınlara olan ön yargısı hala değişmedi. Kadın erkek ayrımı yapmadan tüm herkesin dul kadınlara, bir at gözlüğü takıp oradan bakarak tek görülen seks! Erkekler için, cinsellik anlamında ulaşılabilecek en kolay hedef olarak görülmekte, hem cinslerimiz ise kocasını, sevgilisini, elinden alacağımızı düşünmektedirler.
Günümüzde kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan, insanların hangi gün hangi maskesini takacağını bilmediğimiz bir dönemde, düşünülen ön yargıya karşı öyle olmadığımızı gösterirken net ve kararlı davranırsak, zamanla bu tabunun yıkılacağına inanıyorum. En azından, kendim için kendi adıma bunu başarabileceğime inanıyorum. Ben toplumun bize yapıştırdığı etiketten kurtulmak istiyorum.
İnsanlar neden anlamak istemiyor, biz insanız ve her insanın istediği sevgi, arkadaşlık, dostluk istiyoruz. Bugün ben, yarın sen yada eski eşin, annen, kardeşin olabilir. Yakınınız olduğunda acılarını ve yaralarını sarmak için en son istenen şey cinsellik olduğunu anlarsınız ama bunların dışındakileri anlamanız neden zor.
Yazan: Adsız

24 Ocak 2009 Cumartesi

MERHAMET

İstanbul dan bir arkadaşım, birlikte vakit geçirmemiz için yanıma gelmişti. 1-2 gün Karamanda kaldıktan sonra Silifke tarafına gitmeye karar verdik. Kavurucu yaz sıcağında ne işimiz var düşüncesi de kafamızda oluşmadı değil, ama arkadaşla biraz gezelim, sıkıntılarımızı atalım düşüncesiyle kararımızdan vazgeçmeden devam ettik yola. Yolculuk eğlenceli geçiyordu. Şehir yaşamından uzaklaşıp, ait olduğumuz doğal yaşama doğru yaptığımız yolculuk sırasında sıkıntılar azalmaya başlıyordu bile. Şehir yaşamının ve iş yükünün ağırlığı giderek kayboluyordu üzerimizden.

“Hayat bu işte, oh be dünya varmış” sözleriyle sık sık kesilen konuşmamız, uzun süre görüşmemiş olmamızın hasret duygularıyla iç içe geçerek, devam ediyordu yolculuğumuz. "Doğa güzel, hayat güzeldi" yaşadığımız o zaman diliminde.

Yollar geçiliyor, hareket ettiğimiz yerden uzaklaşırken, varacağımız yere yaklaşıyorduk. Yol üzerindeki doğanın bize en yalın şekilde sunduğu manzarayla daha fazla bütünleşmiştim ki; arkadaşım bir mola versek iyi olur dedi. Manzaranın en iyi olduğu yerlerden birisi olan Göksu manzaralı “Danyalın Yeri” denen bir yerde verdik molayı. Burası yere oturma yerlerinin de olduğu, güzel manzarası olan, köy kahvaltısının yapılabildiği bir yer. Aparatif bir şeyler atıştırmak üzereydik ki, bizi rahatsız eden misafirlerimiz oldu birden. Arkadaşım bu misafirler nedeniyle çok tedirgindi. Ben de onun kadar olmasa da rahatsız oluyordum.

Misafirlerimiz arılardı. Arkadaşımın arıları kovmak için yaptığı el kol hareketlerinin faydası olmayınca, ben “bırak bir şey yapmazlar” şeklindeki müdahelem sonrası biraz daha sakin olabildi. Sonra ben arıları izlemeye başladım. Yanımıza, bizi rahatsız etmek için gelmedikleri belli olmaya başlamıştı. Masadaki kırıntılardan ve tatlı yiyeceklerden yararlanmak istiyorlardı.

Özellikle bir tanesi benim tarafıma çok yaklaştı. Parmağımı uzattım kaçmasını bekledim, kaçmadı biraz daha uzattım, yine kaçmadı. Nerdeyse elim değecekti. Hatta değdi, kaçmadı. Geldi elimin üzerine çıktı. Korku sardı beni. Devam mı ettirmeliydim bunu, yoksa çığlık atıp kaçmalı mıydım. Elimin üzerinde yavaş yavaş dolaşıyordu. Sadece çok hafif dokunmasını hissediyordum, sıcaklığı yoktu. Diğer elimin parmağını ona doğru uzattım yine kaçmadı. Parmağım değdi. Ama halen elimin üzerinde, parmağımın ucundaydı. Kafasına parmağımı değdirdim. Olumsuz bir tepki vermeyince başını hafifçe okşamaya başladım. 2-3 dakika sanki parmağım ucundaki bir arı değil de, bir köpek yavrusu varmış gibi başını okşuyordum. Sesini duyamıyordum ama keyif aldığı belliydi. Arkadaşımın ve benim şaşkın bakışlarımızla daha önce ne gördüğüm ne de duyduğum bu olayı, bizzat ben yaşıyordum. Bunu fotoğrafla belgelemek istedim. Arı için iki elimi kullandığımdan dolayı kafasını okşadığım elimle, (ben sağlak olmama rağmen sol elimle) fotoğrafını çekebildim.

Bu fotoğrafın adını merhamet koydum.
Çünkü ikimizde birbirimize karşı derin merhamet duygusu içindeydik.

22 Ocak 2009 Perşembe

GARDROBUMU BOŞALTMAYA KARAR VERDİM

Dün akşam işyerinin bana verdiği olumsuz elektriği üzerimden atmak için şehrin hemen kenarındaki küçük tepeciklere arabayla çıkmak istedim. Her zaman gitmeyi tercih ettiğim yere çevirdim yönümü. 10-15 kilometre kadar ilerledikten sonra bir yerde durup biraz hava almak istedim. Sonra buraya daha önce defalarca geldiğimi ve hatta aynı noktada da durarak etrafa baktığım aklıma geldi. Neden bunu sık sık tekrarlıyordum ki? Buraların ve durduğum yerin benim için ne anlamı olabilirdi ki?

Oraya her geldiğimde arabadan dışarı çıkar çıkmaz bir rahatlama hissi kaplıyordu içimi. Çok mu güzel bir yerdi, hayır değildi. Şehirden kendimi dışarı atmış olmamdan dolayı olabilir miydi. Evet olabilirdi. Peki neden özellikle oraya gidiyordum.
Sonra beni oraya çeken bir şeyler aradım. Göze çarpan bir şey yoktu. Ama ben burada kendimi iyi hissediyordum. Sonra her şeyin fazlaca sade olduğunu fark ettim. Gökyüzü sade bir mavi, ağaçlar sade kahverengi renkte, toprak sade bir renkte. Yani ben sade olduğu için mi orayı tercih ediyordum.
Doğadaki sadelik benim yaşamımda yoktu. Evde 4 tane işyerinde 1 tane televizyon, evde 1 tane işyerinde 3 tane bilgisayar, evde 2 tane işyerinde 1 tane buzdolabı…… gardorabımda 10-15 takım elbise 10-15 çift ayakkabı… her türlü renkten her türlü tipten çok sayıda şey vardı hayatımda. Bunların hepsini günde sadece bir kez gördüğümü düşünseniz bile ciddi rahatsızlık verici bir şey. Tam bir görüntü kirliliği var.

Doğada duyabileceğiniz sesler kuş sesi, rüzgar sesi, kuzu sesi.. gibi sesler iken benim yaşamımda o kadar kötü, yüksek volümlü, abartılı, bir sürü enstramanın kullanıldığı sesler var ki. Bu seslere birde dedikodu, yersiz ve anlamsız eleştirilerin yapıldığı konuşma sesleri de eklenince…

Doğanın kendisi çok sade iken çok güzel bir ahenk hali var. Oysa benim yaşamım çok karmaşık ve yorucu.
Eminim, sizin yaşamınız da benimkinin aynısıdır.

KÜÇÜK KAÇAMAKLAR

İlk tüttürdüğün sigara, ilk okuldan kaçış, ilk birini platonik sevmen...
ilk ilk ilk...
Hepsinde kaçış, hepsinde ürkek bakışlar vardır.
Hepsi aileden gizli ama apaçık senin sırlarındır.
En mutlu olduğun anlar, tek başına kaldığın ama düşüncelerinle güzelleştirdiğin anlar, bu kaçamak hallerdir.
Hayat, küçük kaçamaklarda ve küçük bakışlarda saklıdır aslında...
Yazan: Yağmur

21 Ocak 2009 Çarşamba

ADIMI YAŞAMAK İSTİYORUM


Gitmek,
çok mu zor?
Ya da geleceğini aramak, maviye yazılan kaderde?
Kontrolu zor duygular,
korkuyorum,
üstesinden gelememekten çoğu zaman.

Her iki mavide de onlar var umut veren.
Parlak göz alıcı.
Ben olamadım belki de onlar gibi.
Etrafımdaki yüzler hiç yıldızlara hayran oldukları gibi bana olmadılar.
Dedim ya;
korkuyorum,
çok zor duygular...
Gitmelimiyim?
bilmiyorum!
ama bu şekilde kalmamalıyım,
onu biliyorum...

Yazan: Özgür

KONUŞACAKLARIM BİTMEZ


Yaz sezonu bitipte tatil yerlerinin boşaldığı bir tarihte, bir toplantı nedeniyle Fethiye- Ölüdeniz'e gitmiştik. Bütün gün toplantılara girip çıkarak yeni şeyler varmı diye takip ettiğimizin son günlerinde, toplantıların bittiği saatlerde dışarı çıkıp dolaşalım istedik. 3 arkadaş fotoğraf makinalarını da alarak otelden ayrılıp ölü denize gittik.

Sezon bitmişti, gezinti yapmaya gelenlerin dışında hiç kimse yoktu. Ölüdenizi ilk defa böyle sessiz ve sakin görmüştüm. Adı gibi denizi çok sakindi, sahilide çok sakin olmuştu. Oturacak yerler o kadar fazlaydı ki, nereye oturacağımıza bir süre karar veremedik, sonra açık bir kafeye oturduk.

Uzun sahil de gezintiye çıkan insanların dışında, kumsalda az sayıda güneşlenenler vardı. 20 -30 metre kadar ilerimizde denize doğru yönleri dönük bir şekilde, şezlonglarda oturan bir yaşlıca çift gördüm. Herhangi bir sıradışı özellikleri olmayan halleri vardı. Biz oturmayı sürdürürken, gözüm daha sık onlara kaymaya başladı. İlk önceleri verdikleri fotoğrafik görüntüler için bakıyordum, dayanamayıp bir kaç kare fotoğraflarını çektim. Geldim oturdum, yine dikkatimi çektiler, gidip yine fotoğraflarını çektim. Geldim yerime oturdum, gözüm onlara daha sık takılmaya başladı.

Amcamız bir sol tarafa dönüyor, eliyle bir yerleri işaret ederek bir şeyler anlatıyor, sonra sağına dönüyor benzer işaretler yaparak başka şeyler anlatıyordu. Bu konuşması 2 saatten fazla sürdü. Ne anlatıyordu acaba? Bu kadar süre ne anlatıyor olabilirdi ki? Merakım giderek daha fazla artmaya başladı. Gidip sormak istedim, bunun çok anlamsız olabileceğini düşünerek vazgeçtim. Eliyle bir yerleri işaret ederek anlattığına göre, buraları çok iyi bilen birisi olmalıydı. Baktıkça onların duyamadığım konuşmalarını duyar gibi, anlamadığım şeylerini anlar gibi oldum.

Acaba hangi yıllarında, buralarda ne yapıyordu ki?
Önemli olan ışığı görüp ilk adımı atmak bence. Belki de ışığa ulaşılır. O ışığı göremeyenler şanssızdır ama o ışığı görüp adımını atamayanlar daha şanssızdır. Onlar sahte hayatlarından vazgeçemeyenlerdir...

Yazan: Kürşat Akın


Peki ışığa koşmak, yürümek ve aydınlığa ulaşmak....
Bence ışıkta biziz, aydınlıklarda. Var oldukça bu ışık hüzmeleri hep olacak...
Önemli olan karanlıklardan aydınlıklara her tonu sevebilmek hayatın...

Yazan: Özgür

20 Ocak 2009 Salı

YAŞAMIN BASAMAKLARI

Yukarıdaki fotoğrafı memleket gezisi sırasında rastlantı sonucu çektim. Güzel bir fotoğrafdı ama sadece güzel bir fotoğraf olmasının dışında, anlatmak istediği bir şeyler daha varmış gibi geliyordu. Bu fotoğrafı başka insanlara göstermeden önce anlatmak istediği şeyin ne olduğunu bulmaya çalıştım. Ortada bir sır vardı bende bu sırrı çözmek istiyordum. Bu nedenle ne hissettirdiğini bulmaya çalışırken; belki çok zorlama bir benzetme olacak ama insanların hayat yolculuğunu anlatıyor gibi geldi bana.

Fotoğrafın çekildiği yani benim bulunduğum nokta başlangıç noktası. Uzaklarda ışık var ve buradan insanların hepsi ışığa doğru harekete başlıyor. En yakın tepeden herkes geçiyor. Bu nedenle burası en belirgin ve koyu renkte. Bazı insanlar ileride görülen ışığa devam etmeyi tercih ediyorlar. Tekrar yola çıkıyorlar, bir dizi zorlu yolculuktan sonra ikinci tepeye ulaşıyorlar. Buradaki insan yoğunluğu ilk tepedekilerden daha az, bu nedenle birinci tepeye göre daha açık renkte.

Işığa doğru devam etmek isteyenler tekrar yola çıkıyorlar. Sayıları biraz daha azalmıştır. Üçüncü, dördüncü tepe derken yavaş yavaş ışığı, aydınlığı hissetmeye başlıyorlar. Tepelerdeki insan sayısı giderek azalıyor, ama ileri gittikçe hem ışık miktarı artıyor, hem de daha yukarılara çıkılıyor.

Gökten gelen en aydınlık ışık en son tepededir. Kafanı kaldırırsın bakarsın ışığın geldiği yere, gökyüzü açık ve engelsiz olduğu için görebilirsin kaynağını.

Aydınlığın en güzelini görürsün, hissedersin, yaşarsın.

ÜRGÜP'DE ÇOÇUK OLMAK


Bütün yazı güneş altında Ürgüp’e gelen turistleri izlemekle geçen bir çocukluk benim ki. Asma altında temiz havanın ciğerlerime döküldüğü anlardan biriydi, tam bu esnada turist abi ve ablaların verdiği şekerlemeleri atıyordum ki ağzıma babaannem bağırdı. Yemeyin o yabancıların verdiğini dinden çıkarsınız. Bıraktım yemedim.

Babaanne bana Peri bacalarını anlat dedim. Köy ağzıyla söyledikleri; aman yavrum gavurlar eskiden buralara gelmiş, savaşmış Türklerle Allah ta onları taş yapmış oralara.
Koskoca coğrafyanın en muhteşem biriktirme şeklini bir cümleyle açıklardı sağolsun.
Çocuk aklımla inanırdım bende. Zamanla anlamıştım aslında bu kahve telvesi bakışlı efsanenin gerçeğini. Türkiye’nin Paris’i diye anılan yerin aslında tarih kitaplarının korunması gereken en önemli ciltlenmiş eseri olduğunu.

Güneşin batışıyla doğuşu farklıdır orda. Taştan yapılmış tek katlı evlerde geçer ömür. Uçhisar kalesinin en tepesinden aşağıya doğru diktiğinizde gözlerinizi o zaman anlarsınız ve hayat bu dersiniz aslında. Ziyaretleri arttırmak ve her daim orda olmak istersiniz. Sabahları kalktığınızda ne burnunuz tıkalı, nede yorgunlukla uyanırsınız. Çünkü siz yalancı dünyanın cennetinde olmuş olursunuz.

YAZAN: Yağmur

CEVABINI VERMEKTE ZORLANDIĞIMIZ SORULAR

Erken kalkılan soğuk , puslu bir karaman sabahını karşılarken azıcık düşündüm ve sahip olduğum eşim, çocuğum, annem, babam, kardeşlerimi hayal ettim. güzel... sizden üstadım bu çok değerli yaşam anahtarlarını kaybedince yani ölümün soğuk ayrılığı kapımıza geldiğinde peki nasıl düşüneceğimize dair de bir yazı istiyorum. Biliyorum ki sizde ben de anne babalarımızı çok seviyoruz. Yoklukları kapımıza dayandığında buna hazırlıklı olabilecek miyiz ???
Yazan: Kürşat Akın

Sahip olduğumuz şeyler yanı başımızda olduğu zamanlarda pek fazla önem vermiyoruz, değerini kıymetini anlayamıyoruz. Zamanın eninde sonunda tükeneceğini, kötü şeylerin eninde sonunda bittiği gibi, güzel şeylerinde bir ömrünün olduğunu, zamanı geldiğinde son bulacağını bilmemiz lazım. Bu sonsuzluk içerisinde sonu olan bir dönem. Sonu olması bizimle ilgili olan kısmından kaynaklanıyor.

Bizim varolduğumuz dönemdeki bazı şeylerin el değiştirmesi gibi algılayabilirsek eğer çok fazla acı gelmeyebilir. Hayata gelen her insan yaşadığı süre boyunca kendisinden önce yaşamış insanların oluşturmuş olduğu değerleri kullanır, onlardan faydalanır. Kendisi de yeni değerler oluşturabilir ise bunu diğer insanlara kullanmaları için bir şekilde aktarır. Bu süreç hep bu şekilde devam eder gider. Tam bir yokolma hali yoktur.

Sahip olduğumuz şeylerin kıymetini hep kaybettiğimzi zamanlarda anlıyoruz, üzülüyoruz keşkeler yaşıyoruz. Buluyoruz, bir süre sonra kendimizi tekrar kıymet bilmez hale sokuyoruz. Yanımızda iken o kişinin ya da nesnenin kıymetini bilipde en iyi zamanı geçirmeye çalışırsak kaybettiğimiz zamanlarda keşkeler yerine yaşanmış güzel anların sıcaklığı kalacaktır içimizde. Bu sıcaklık en yakınımızdakinden başlamak üzera dalga dalga yayılacaktır.Bu bizim bütün aleme gönderdiğimiz olumlu bir değer olacaktır.

Yazan: Cengiz Özdemir

19 Ocak 2009 Pazartesi

AŞKIM TAŞLARDA


Bu sabah ve her sabah, kalkar kalkmaz 5-10 dakika boyunca sizin ve sevdiklerinizin hayatta olduklarını düşünerek, içinize iyi duyguların tohumunu ekin lütfen. Bir süre sonra, adı Mutluluk olan meyvelerini almaya başlayacaksınız.

TEŞEKKÜR EDERİM

Bir süreden beri sitemi takip edip, yazılarıyla ve önerileriyle benden desteğini esirgemeyen, ayrıca köşe yazarlığını yaptığı Memleket Gazetesinde bu hafta Doğal Bakış sitesini konu alan yazısını yazdığı için Zeynep Ünal 'a çok içten teşekkür ederim.

Yazı için Adres:
http://www.memleket.com.tr/author_article_detail.php?id=9052

18 Ocak 2009 Pazar

BAŞKA ADRESLER

Elbette başka adreslerde vardı. Başka adreslerde başka şehirler, başka çocuklar vardı. Ama ben seçmemiştim adresimi ve ordaydım. Nasıl gidebilirdim, hiç bilmediğim o uzak adreslerde ne yapardım.
Yerlere dökülmüş yıldızların arasında yürüdüm, çocukluğumun elinden tuttular. Beni götürdüler. Nereye? diye soramadım. Gözlerimi açtığımda başka adreslerden hızla geçiyordum, beni kandırdınız der gibi öfkeyle baktım babam'ın yüzüne. Başka adreslerden geçtikce kayboluyordum ve küçülüyordum. Sanki yüzüm yaşlı ifadeyle bakıyordu, başka adreslerin gökyüzüne. Artık bir başka adreste dağılan, savrulan parçalarımı arayacaktım. Ben adresini kaybetmiş bir çocuktum.
Yazan: Yeter

17 Ocak 2009 Cumartesi

ÖNEMLİ DUYURU

Yorumlara ve sitenin geneline olumsuz yazı yazıpda hiç bir değer katmaya yönelik amacı olmayan arkadaşlardan hiç değilse kendilerini tanıtarak bunu yapmalarını ve mümkünse kendilerine ulaşabileceğimiz bir iletişim adresi veya telefon numarası bırakmalarını rica ediyorum.

RENKLERİM

Hayatımda renkler vardı. Kırmızı, pembe, beyaz, mavi, yeşil… Kırmızı aşkı, pembe duygusallığı, beyaz saflığı, mavi özgürlüğü, yeşil cenneti, kahverengi bereketi temsil ederdi benim için. Tüm hayat bu renklerden ibaret sanırdım. Tüm hayatımda bu renkler olacak sanırdım. Siyaha bile biçemezdim kötü bir anlam. O da asilliği temsil ederdi benim için.
İnsanları tek bir kalıptan çıkmışlar gibi düşünürdüm. Herkes çalışkan, herkes dürüst, herkes fedakar, herkes merhametli, herkes adaletliydi benim için. İlk kez tanıştığım bir insan hakkında bile düşünmezdim, görünen yüzünün bir maske olabileceğini. O maskenin altında göründüğü gibi olmayan farklı karakterde bir insan olabileceğini. Taki sevdiğim, fikirlerine değer verdiğim bir arkadaşımın, bana insanlara çok çabuk güvenip onlara çok fazla değer verdiğimi söylemesine kadar.

Şimdi kızıyorum kendime, nasıl bu kadar zaman at gözlüğü ile bakabilmişim insanlara diye. Niye hiç konduramamışım siyaha yalanı, riyayı, kıskançlığı, sahte tebessümleri, çıkarcılığı.

İnsan insanın aynasıdır derler. İnsan baktığı insanda kendisini görürmüş. Kendi düşünceleri doğrultusunda şekil verirmiş karşısındakine. Ama tüm bunlar beni teselli etmiyor ki. Hayal kırıklıklarımı silmiyor ki. Değişti bir kere siyahın anlamı benim için. Kıydılar o asil siyaha. Siyaha yükledikleri bu yeni tanıma alışmam zaman alacak. Ama kendim için ezberlemem lazım bu yeni anlamını.

Temkinli yaklaşmayı öğrenmeye çalışmalıyım insanlara. Tamamen iyi niyetle yapılan yada söylenen bir şeye bile ne kadar kötü anlamlar yüklenebildiğine alışmaya çalışmalıyım. Beklentilerin, elini veren kolunu kaptırır misali ne kadar sınırsız olduğuna alışmaya çalışmalıyım.

Bir taraftanda ağır bir yük var üzerimde. Tüm bu saydıklarıma alışmaya çalışırken de kendi değerlerimden ödün vermemeliyim. Ön yargılı olmadan yapmalıyım tüm bunları. Ben ben olarak kalmalıyım. Tamam siyahı kaptırmış olabilirim ama asla izin vermemeliyim pembemi, kırmızımı, mavimi, yeşilimi özelliklede beyazımı almalarına. Onlar benim ve benim olarak kalmalılar.

Yazan: GÜL

16 Ocak 2009 Cuma

ÇOCUKSU SEVİNÇLERİMİZ

Bundan bir yıl kadar önce, kızımın doğumgününü kutlama planlarımızın içinde, onun gittiği kreşde parti yapmak da vardı. Günler öncesinde, eşim ve ben birtakım hazırlıklar yapmaya başladık. Kızım çok heyecanlanıyordu. Sık sık dile getiriyor, heyecanını gizleyemeyip bize de bulaştırıyordu.

Gün gelmiş, kutlamasını yapacağımız zaman yaklaşmıştı. Aldığımız tüm malzemelerle beraber kreşe gittik. Ben fotoğraf makinamı da aldım yanıma. Kızımın doğumgünü için bir takım hatıra fotoğrafı da çekerim diye düşünmüştüm. Hazırlıklar yeni başlamıştı, ben makinayı çantasından henüz çıkarmıştım ki, kreşdeki çocukların hemen hemen yarısı etrafımı sardı.

Abi beni çek, amca bizi çek, Cengiz amca böyle çek diyen yüksek volümlü ve neşeli seslerin arasında kaldım. Bir anda etrafımda, fotoğraf çektirmek isteyen onlarca heyecanlı çoçuk oldu. O kadar heyecanlıydılar ki, heyecanları bana bulaştı. Ben de onlar gibi davranmaya, onlar gibi konuşmaya kaptırdım kendimi. Çok güzel fotoğraf kareleri veriyorlardı. Kafamı bağırdıkları yöne çevirip netlemeyi ve kadraşlamayı yaptıktan sonra, güzel fotoğraf çekebilmek için sadece deklanşöre basmak yetiyordu. Benim fazla bir şey yapmama gerek kalmıyordu. Bende öyle yaptım. Sağıma baktım güzel bir kare çektim, soluma baktım güzel bir kare çektim. Onların coşkusu benim coşkuma karıştı, benimki onlarınkine.

Benim hazırlık aşamasına herhangi bir katkım olmadı ama yukarıdaki gibi onlarca fotoğraf ve anılarımda çocuksu sevincim kaldı.

ÇOCUKSU BAKABİLMEK

BÜYÜYÜNCE ANLARLAR Cengiz bey, evet keşke keşke çocuk kalabilsek. Bu olamaz ama en azından çocuksu yanımız biraz bizde kalsa.
Hepimiz çocukken, "büyüyünce anlarsın" lafını çok duymuşuzdur büyüklerimizden. Oysa o zamanlar nasıl bir dünyamız varsa, bu laf çok ağır gelirdi bize. Neyi anlayacaktık, bu nasıl olacaktı acaba. Babam ya gazete okurken veya televizyonda bir haber bülteni dinlerken; konuşmamıza, hareketli halimize hemen kızar, susun bir haber alalım diye bize azarladığını hep hatırlarım.
Büyüdüm ve şimdi aynı lafı, kızlarıma ben söylüyorum ne garip. Babamın niye kızdığını daha iyi anlıyorum. Biz keyif yaparken adamcağız geçim derdi, gelecekle ilgili kaygı, tasa çekerken bu yüzden bize kızarmış.
Bende şimdi can kulağı ile haberleri dinliyor yaşamın nereye gittiğini merak ediyorum ama bu merak, en çok çocuklarım için onların gelecekleri için.
Onlar bunu şimdi anlayamasalarda.
Yazan: Filiz

15 Ocak 2009 Perşembe

UZUN YOLCULUĞA BAŞLARKEN

Bugüne kadar
Ne anlamı var diye düşünüp dururken,
kendime olan yolculuğumun,
Kalkış saatini biraz geçirdim.
Yolculuk tahminimden uzun ve biraz da yorucuydu,
Aşılması gereken, çok fazla engelleri vardı.

Çok sonraları............


Gözünü kapatıp olmayı çok istediğin yeri hayal edersin ya,
Alıp götürürsün kendini,
ve nefes almak isteyen benliğini.
İşte hayat buymuş dersin,
atarsın uzaklara ÇIĞLIĞINI

13 Ocak 2009 Salı

BEN RAHATIM, SİZ DE OLUN

Takıntılarımız konusunda çok şey söylenebilir. Her şeyden önce takıntılarımı ben uykusuz kaldığım gecelerde, kötü kalktığım sabahlarda çok iyi bilirim.
Hemen her şeyi bırakıp, sorun olarak gördüğün meseleye odaklanırsın. Bu meselenin senin yaşamın içindeki öneminin çok fazla büyük ya da küçük olmasına önem vermeden yaparsın bunu. Meselenin ortaya çıktığı olay ile senin ona verdiğin tepki arasında o kadar fazla büyük bir orantısızlık ya da anlamsızlık olur ki bunu o sırada görmek ya da buna uygun tepkiler vermek mümkün olmaz. Sorun yapılan şey çok büyük olmamasına rağmen kafandaki oluşan iz düşümü büyük bir dağın silüeti kadar olur.

Meseleye etraflıca bakılabildiğinde; üzerinden kolaylıkla atlanılabilecek ya da yanından kenarından dolaşılarak aşılabilecek şeylerdir aslında. Oysa büyüttüğünde sanki tüm refleksleri ortadan kalkmış, yürüyemez, düşünemez hale gelirsin.
Oysaki yaşam bizim kafamızda kurduğumuz bir şey gibi değildir. Gerçekliği olmayan, doğruluğu ise tartışılır bir durum içinde olabileceğimizi düşünebilmemiz dileğiyle şairimizin sözlerine kulak vermek istiyorum.
Ne yalanlarda var, ne hakikatte
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış,
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış....
N.Fazıl

ZORLUKLARDA GÜZEL OLMAK

Bir taşın bağrından açan kır çiçeği, bir dağın soğuk eteklerinde baş gösteren kardelen. Ortak kaderinizde güzellikmi var. Ah kır çiçeklerim… Vazolarda solup gitmeden, yamaçlarda güzelliğini kaybetmeden ve her şeye rağmen başın dik kendini koruman.

Kurumuş topraklarda aç susuz beklersin, ne zaman ki yağmur yağdı bayramın olur. En büyük dileğin bir sonraki yağmurun seni ıslatmasıdır. Nasıl solmadan kalmayı başarıyorsun? Neyi ümit ediyorsun? Neyine güvenip en dipte açıyorsun?

Ben kır çiçeği olamam. En diplerde tohumum toprağa düşmeden açılamam. Bekleyemem, bakamam, seyreyleyemem. Oksijen çekemem, karbondioksiti ciğerlerimde tutamam ve ben asla dağ çiçeği olamam...
Yazan: Yağmur

11 Ocak 2009 Pazar

DOĞAL BAKIŞ

Cengiz bey doğal olan tek şey dünyaya gelişimiz galiba.
Yaşadıkça gördükçe insan doğallığa hasret kalıyor.Zaman ve şartlar insanı doğallıktan uzaklaştırıyor ne dersiniz.
Doğallık hepimizin hasret kaldığı tatlı bir tebesüm,sıcak bir dokunuş,belki sımsıkı bir sarılma.Ve ne yazıkki insanoğlu bunu sadece yazılarda filimlerde kaldığı düşüncesinde. Oysa doğallık hepimizin elinin altında ve biz onu nedense saklama gayretindeyiz.
İçimizdeki sevgiyi göstermiyoruz. Sevginin arkasından doğallık geliyor zaten. Kimi ne derler diye, kimi ayıp diye, kimi inanmadığı için sahtecilik diye bakıyor içten sevgiye. Bir zamanlar bir arkadaşım bana fazla sevgi gösterisinde bulunduğumu ifade etmişti.
Dünyaya gelişimiz bir lütuf bence. Bunu iyi değerlendirmek lazım. Her yeni güne güneş defalarca doğuyor, bizde her yeni günde yeniden doğalım, sevgimizle ısıtalım insanları. Ama insanoğlu, içindeki egolarının kurbanı oluyor çoğu zaman.
Sevgilerimle
Yazan: Adsız

TİRYAKİNİN GÜNLÜĞÜNDEN




Bugün 22 yıllık bir birlikteliğin hesaplaşmasını yaşıyorum. Duygularım karmakarışık. Hissettiklerimi ifade etmekte zorlanıyorum. Sözcükler bir türlü cümlelere dönüşmüyorum. Benim de duygularımı süslemek gibi bir çabam yok. Hislerimi içimden geldiği gibi bir çırpıda dökeceğim en yalın haliyle. Çünkü bu bir iç hesaplaşma. Artılarınla eksilerinle, verdiklerinle aldıklarınla herşeyi sereceğim ortaya.

Küçük flörtler gibi başlamıştık. Gizliliğin cazibesiyle buluşuyorduk en kuytu köşelerde. Keyifli ve heyecanlıydı her buluşmamız. Derken yıllar aleniyeti koydu ortaya.

Güne ilk seninle başladım. Aynı pencereden seninle baktım. Rakı sofralarımın ilk mezesi sen oldun. Hüznüm seninle bütünleşti, sevincim seninle coştu. En derin sohbetleri seninle yaşadım. Artık ikizimdin, vazgeçilmezim. Öyle anlar oldu, yokluğun korkuttu beni. Kaç kez yanımdamısın diye ellerim aradı seni. Kaçkez bugün bana yetip yetmeyeceğini hesapladım; bir memurun aybaşına kadar parasını hesaplar gibi. Kaçkez buluşmamızı sağlayacak kıvılcımı bulabilmek için tanımadığım insanlara merhaba dedim. Seni her elime alışımda; okşayıp koklar sonra dudaklarımın arasında yumuşacık varlığını hissederdim. Ağzımda bıraktığın acılığı özlerdim, kısa ayrılık anlarında. Beni anlayan en sadık dostum derdim her defasında.

Evet 22 yılın sonunda artık dayanamıyorum. Varlığın canımı acıtıyor. Gögsüm kaynayan çaydanlık gibi ses çıkarıyor. En koyu sohbetlerim öhö öhö... sesleriyle kesiliyor. Merdivenleri kalbimi tutarak çıkıyorum. Sevdiklerime sıcacık sarılamıyorum, bebekleri öpemiyorum, tenime işleyen kokundan utandığım için.

Biliyorum veda etmek çok zor. En dramatik vedaların bile yeni bir başlangıca, merhaba olacağına inanıyorum. Yaşamımın ve varlığımın anlamı olan kızımın; 10 yıldır "bırak anne, bana da zarar veriyor" sesi kulaklarımda çınlıyor, her nefesimin tıkanışında.
Evet bugün kızımın 15. doğumgünü; bu anlamlı günün, benimde yaşamımın yeni başlangıcı olması için, yıllardır sarı saçlı kor dudaklı diye sevdiğim sigaraya veda günüm olsun. Kalan yıllarımda kızıma armağan.
Nice yeni birlikteliklere yüreğim,

Nice güzelliklere KARDELEN ÇİÇEĞİM.


Yazan: Annen

10 Ocak 2009 Cumartesi

Hüzne baktım yalnızca,
Kayboldum kuytularında,
Çıkmaz bir yoldayım,
Karanlık ağlardayım.
Kim olduğunu bilmiyorum ama çizgilerinden derinlerde olduğunu anlıyorum. Ağlama ‘’teyze’’ demek istiyor içim. Hiç tanımadığınız biri teyzeniz olur mu diyor dilim?
Acı, yaşlılık, sevinç, hüzün ortak bir kaderdir kalemimizde. Birlikte ağlar, birlikte güler, birlikte yürürüz millet olarak sözde. Aslında ne biz içten ağlarız birlikte, ne de birlikte güleriz sevinçte. Acıda, neşede tek başına kendinle paylaşılır. Toplu yapılanlar sadece anlık duygulardır. Birinin yasını anlıyorum dersiniz ama hissetmezsiniz. Kederin benimde kederim dersiniz yalnız bir kademe anlık hissedersiniz. Arkanızı dönüp yolunuza devam ettiğinizde yine yalnızsınız bilesiniz…

Yazan: Adsız

TERKEDİLMİŞ YAŞAMIN BEKÇİSİ

Çok uzaklarda bir köy vardı da o köy bizim köyümüzdü hani, gelemesek de, gidemesek de o köy yine de bizim köyümüzdü. Gitmesine gidiyorduk, kalmasına kalıyorduk, bizim köyümüz güzel köyümüz de diyorduk ama köyümüzde artık insan kalmamıştı. Gidilmeyen yolları, kullanılmayan bahçeleri, ayakta zor duran evleri vardı.

Aldı götürdü her şeyi zamanın ağır ve kasvetli havası. Öyle uzaktı ki orası belki gelemeyecektik, gelsek bile bulamayacaktık. Gidersen yalnız kalacaktın kalabalıkta. Kalırsan yalnız kalacaktın yalnızlıkta. Kader öyle çizmişti, renksiz ve donuk resmini. Gitmeyi tercih eden çok oldu, kader diyip kalanlar az oldu.

Gidemedi, kopamadı artık yaşamayan eşinin hatıralarından. Bağlamıştı kader onu, en kalın ipinden. Kesemezdi, çözemezdi.
O da denemedi zaten.

9 Ocak 2009 Cuma

EĞLENCENİZ MATEMİME YETMİYOR

Hani insan; arkadaşları, büyük ve küçük dostlarıyla beraber bir araya gelir, yıllar sonra tekrar görüşmüş olmanın sevinciyle bir takım sohbet ve eğlence ortamları düzenler ya, işte benim anlatmak isteğim de öyle bir şey.

Ekonomik ya da başka sosyal nedenlerden dolayı yıllarca yaşadığın ortamdan ayrılıp, başka diyarlara götürürsün kendini. Gurbet denir, gittiğin yere. Oralarda kime ve neye karşı verdiğini tam olarak bilmediğin bir yaşam mücadelesinde kendini bulursun. Bu mücadeleden bazen yenik, bazen de gazi olarak ayrılırsın.

Sonra birden memleketinin toprakları, dağı taşı ve çocukluğunun en güzel ve derin duygularını paylaştığın arkadaşların aklına gelir. Buram buram hasret duyguları depreşir içinde. Dayanamaz 3-5 kişiye telefon açıp, yaptığın bol hasret içeren konuşmanın ardından “haydi beraber gidelim memlekete” dersin, birde tatil zamanına denk getirdin mi tamamdır her şey. Yurdun her yerinden, duygu seliyle akar gelirsin memleketine.

Oysa aradan yıllar geçmiş, zaman hep ileri gitmiştir. Küçülen, gençleşen, saçı başı siyahlaşan yoktur. Yıllar önce bıraktığın gibi değildir artık hiçbir şey. Zamanın doymak ve durmak bilmeyen çarkları, kara delik gibi yutar ve bir daha tanınmayacak şekilde un ufak eder bırakır her şeyi.

Etrafına bakındığında; bazı insanların eksilmiş olduğunu fark edersin, ya da sohbet açıldığında rahmetli…. diye başlayan bir hikaye duyduğunda anlarsın eksildiğini.

Buluşmanın coşkusu, kaybettiklerinin hüznü kaplar her yeri. Bu bazen türkülerde hayat bulur bazen de ağıtlarda. Bazen gülücüklerde bazen de ağlayan gözlerde.

8 Ocak 2009 Perşembe

SIMSICAK (Gelen yorum nedeniyle tekrar yayınlamak istedim)

BEN,BELKİ YAŞAMIM BOYUNCA BÖYLE BİR FOTOĞRAF KARESİNDE OLMAYACAĞIM.
KARŞIMDA DURUP YANAĞIMI MİNİCİK ELLERİYLE OKŞAYAN BİR ÇOCUĞUM OLMAYACAK.
ANNE OLAMAYACAĞIM YANİ....
AMA BU VE BUNA BENZER FOTOĞRAF KARELERİNDE KENDİMİ HAYAL EDECEĞİM.
BANA ACIMI VE KISADA OLSA TEBESÜMLÜ BİR HAYAL KURMA FIRSATI TANIDIĞINIZ İÇİN FOTOĞRAFTAKİ ANNEYE,YAVRUSUNA VE GÖRÜNTÜYÜ BANA TAŞIYANA SONSUZ TEŞEKKÜRLER.....

Yazan: ..............................................................

SENİ AFFEDİYORUM

SENİ AFFEDİYORUM. Bu iki kelimeyi söyleyerek içimizdeki kinin, öfkenin, korkularımızın sebep olduğu tüm acılardan ve sıkıntılardan kurtulabiliriz.
Çoğu zaman övmeyen fakat her an eleştirmeye hazır ana-ata, işinize son veren kağıdı uzatan adaletsiz patron, sadakatsiz bir arkadaş; işte bu kişiler, senelerce üstesinden gelemeyeceğimiz acıları, nefretleri ve öfkeleri bize yükleyebilirler. Onlara karşı kin besleriz, en kötü şeyleri söyleyebiliriz veya söylemek istediğimiz şeyleri sürekli kafamızda planlayarak intikam almak isteriz.
Aslında, kendimizi çok iyi hissedebilmenin ve güçlü olmanın tek yolu onlardan intikam almak yerine, "Seni Affediyorum" sözünü sarfedebilmektir. Affetmek hiçbir zaman teslim olmak veya pes etmek değildir. Aksine özgür olmaktır. " Bir kere affettiniz mi, artık sizi inciten kişiye duygusal olarak kelepçelenmekten kurtulursunuz. "Affettiğiniz kişinin onu hakedip haketmediği hiç önemli değil, önemli olan sizin tüm kötü duygulardan özgür olabilmeniz.
Affetmenin unutmak olduğunu düşünmeyin. Çünkü değildir. Acılarımızı tamamen unutamayız ve unutmamalıyız da. Bu tecrübelerimiz bizi bir daha aynı acıyı yaşamaktan kurtaracaktır ve bizim de başkalarına aynı acıyı yaşatmamızı engelleyecektir.
SEVGİLER
Yazan:EYLÜL

KARANLIKTAKİ IŞIK

Gün olur bir fotoğraf karesi alır götürür sizi bambaşka dünyalara, bambaşka bir yaşama belki de. Gün olur sonsuz bir görüntüde tek başına kalmış bir gemi gibi hıçkırarak ağlarsınız, size hatırlattığı bir sevgi, bir özlem, çok görmek istediğiniz dostunuz ya da kaybettiklerinizdir. Gün gelir dostlarınızla fotoğraf karesinde söylenen şarkının, sözlerine eşlik edersiniz ve içinizden gelen tüm enerji ile haykırırsınız evrene. Öyle kareler vardır ki size, sadece size ve sevdiğinize özeldir. Belki bir armağan, belki bir anı hatırlatma, belki dile gelemeyenlerin tercümanı olan.

Gördüğünüz a anda içinizi kıpır kıpır eden o görüntüler, yüreğinizin anlayamadığı gizemli tutkularınızı, o tarifi zor heyecanlarınızı gün ışığına çıkarır aniden. Görüntüdeki büyü sizi sarıp sarmalarken; duygularınız derin maviliklerde altüst olur, bir yandan gülümsetirken diğer yandan da yüreğinizde ince sızılar oluşturur. Hele birde yanlızsanız,dünya denen bu koca denizde ............BU GÜZEL FOTOĞRAF KARELERİNİ BİZİMLE PAYLAŞTIĞIN İÇİN SANA SONSUZ TEŞEKKÜRLER....
Yazan: EYLÜL

7 Ocak 2009 Çarşamba

SEN ÇOK DUYGUSAL DAVRANIYORSUN

insan denilen canlının en önemli parçalarından birisi duygu tarafıdır. Duyguyu çeşitli zamanlarda sever ve överiz, çeşitli zamanlarda da yerer dururuz. Neye göre ya da hangi kriterler göre bunu yaparız belli değil. Yaptığımız değerlendirmelere göre karşımızdaki insan ne zaman ne derecede duygularını yaşayacağını bilemez hale gelir, bazen de bu kişi biz oluruz. Duygulu olmakla olmamak arasında gider geliriz ve gittikçe de kafamız karışır durur.

Bu yazıda buna bir açıklık getirmek istedim. İnsanın var edilmesiyle beraber ona verilen duygu özelliği, nasıl oluyor da insanların kafasında değişik derecelerde sorunlar oluşturabiliyor. Burada bir kavram kargaşası olduğunu düşünüyorum. Duygu kavramını iki ayrı alt kavramla açıklamak gerekiyor gibi.

· Birincisi; duygulu olma halidir. Bu bizim hep olsun, hatta çok olsun şeklinde istediğimiz bir şey. Duygulu olmak hissetmek halidir. Bir arkadaşımızın dediği gibi "duygulu olmak, duyarlı olmaktır. Duygusuz insansa duyar insan olur". Duygulu olmak, kendinin ve kendinin dışındaki diğer canlı ve cansız varlıkların, var olma hallerinin gerekçelerini hissedip, ona uygun koşulları daha da ileriye götürme çabasını sağlar, bunun için temel enerjiyi verir. Yakınındaki her şeyin duygularıyla empati yaparak, o şey için neyin en iyisi olacağını hissetme halidir. Bu haliyle büyütülmesi, derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılması gereken bir durumdur.

· İkincisi; duygusal olma halidir. Duygusal olma hali yaptığımız herhangi bir etkinlikte, duygularımızın bize yapmamızı istediği şeyleri yapmamızdır. Yani duyguların etkisinde kalma halidir. Ne yapıyorsak mantık biliminin yasaları yerine duygunun sakıncalı tarafının kullanılmasıdır. Duygunun başa bela olan kısmı tam da burasıdır. Yaptığımız çoğu hatadan sorumlu olan ve azaltılması gereken tarafı.

Duygunun bu iki alt özelliğini kavrayamadığımız sürece, aynı hataları hep yaparız ve yapacak oluruz.
Bunu ben duygulu olma harcını kullanarak, mantıkla güzel bir bina inşa etmeye benzetirim. Bu binanın bizim kurmaya çalıştığımız en güzel ve en yaşanır dünyamız olması dileğiyle.

GÜNÜN SONU, DİĞER GÜNÜN BAŞLANGICI


Antalya'dan Karamana dönüş yolculuğumuz, akşam saatlerine denk gelmişti. Yüksek sesle müzik dinleyerek ilerliyorken, yanımda benim gibi fotoğrafla ilgilenen bir de arkadaşım vardı. Arabayla yokuş yukarı çıkıyorken birden, yukarıdaki fotoğrafda görülen bir manzarayla karşılaştık. Hızlı bir şekilde arabayı durdurduktan sonra; kısa bir süre sonra batacak olan güneşin fotoğrafını biran önce çekebilmek için yaptığımız telaşı bir görseydiniz. Telaş yaptıkça elimiz ayağımız birbirine dolaşıyor, makinayı ya da objektifin kapağını açmadan fotoğraf çekmeye çalışıyorduk.


Zaman çok kısıtlıydı. 1-2 dakika sonra güneş batacaktı. Belki biz ya da bir başkası bu anı bir daha göremeyecekti. Bunun sorumluluğuyla koşar adımlarla yoldan çıkıp, bazen bir tümseğe, bazen bir ağaca, bazen de bir kayaya çıkarak, bu ve benzeri fotoğrafları çekebilmeyi başarabildik. Kısa zamanda yaptığımız bu adrenalin dejarşının ve güzel bir kare yakalamış olmanın verdiği hazzın karışık duygularıyla beraber tekrar arabamıza binip yolumuza devam ettik.


Aynı yoldan değişik zamanlarda birkaç defa daha geçmiş olmama ve aynı fotoğrafı tekrar çekebilmek için dikkatlice bakınmama rağmen, benzer görüntüyü bir daha görememiş olmam, o gün yaptığımız telaşın ne kadar anlamlı olduğunu gösterdi bana.

ÖFKEM BAL LOKMASI


Dil yaydan çıkınca öfke bal lokması oluyor. Kusmak geliyor ruhunun en derinindekileri. Bilincin en altındaki id ayaklanıyor. Önce ben diyor. En terbiyesiz yanını döküyor ortaya. Küfürler sallamak istiyorsun belki karşına…

Dur bir düşün önce! Ölç ve tart… Bakalım karşıdaki bunları hak etmiş mi? Yok artık tek gözlüklüsün, çift camlar kırıldı. Bakamazsın ki, durduramazsın ki… Çıktı kontrolden dil, fren balataları koptu… Hidrolik yağı boşaldı…

Sonra gelsin pişmanlıklar. Bu çocukluğun mu, hamlığın mı yoksa ortamın verdiği bir duygu mu bilmiyorum ama başıma bela olan üç duygumdan biri olan bundan kurtulmak istiyorum.
Evet, bu haftaki yazılarımız ve yorumlarımız kurtulmak istediğimiz en güçlü, en doğal duygumuz olsun. Ben ‘’öfkemden’’ kurtulayım bu hafta, gelecek hafta ‘’kıskançlığımdan’’, diğer hafta ise ‘’korkularımdan’’… Bu hafta öfkemden başladım çünkü öfkemi kontrol edersem diğer iki doğal duygumu kontrol etmem daha basit olur diye düşünüyorum. ‘’ Haydi id’lerimizi esir alalım.’’ Bunu yapmak içinde yazılarımızı yoralım, yorumlatalım…

Yazan: Zeynep Ünal

6 Ocak 2009 Salı

İÇİMİN RENGİ

Güneşin yüzünü sakladığı bir gün dışarıya bakıyordum. Anlamsız ve boş gözlerle. İnsanların koşuşturması, arabaların sesi ve dış dünyadan gelen uyaranların bile farkında olmadığımı hissettim bir an.
Sonra gökyüzüyle özdeşleştirdim kendimi. Bende güneş gibi saklamıştım algılarımı ve duygularımı. Oysa benimde içimde güneşin yedi rengi vardı. Öfke, sevgi, nefret, heyecan, umut, hüzün yani bütünleştiğim duygularım. Bu duygularımı yansıtabildiğim oranda ben ben oluyorum aslında. Doğaya daldıkça kendi yaşamımın ne kadar doğal olduğunu düşündüm. Duygudan duyguya geçerken diğer canlılarla empati kurmaya başladım. Fizyolojik ihtiyaçlarımı bile bir hayvan kadar rahat karşılayamadığımı fark ettim.

Sonra kendi neslimin başlangıcına indim yani bebeklere. Buruşuk yüzleri, yalanan dilleri, masum uyuyuşları, isteklerini dillendirmek için ağlamaları, sevildiklerinde ve mutlu olduklarında anlamsızca gelen çıkardıkları agucuk ugucuk sesleri ne kadar hoş değil mi? Hangimiz bu sevimli yavruya öfke duyabiliriz ki. Onların doğallığı ve oldukları gibi kabullenmemizden kaynaklıdır, öfkemizin olmaması.
Ben doğanın bir parçasıyım. Benimde doğada bulunan her türlü obje ve canlıyla dolaylı ve dolaysız iletişimim var onlarla iç içeyim. Onun içindir ki içimin rengini yeri ve zamanı geldiğinde bir bebek, bir rüzgar, bir gökkuşağı, bir hayvan, bir bulut, bir güneş gibi dışarıya yansıtacağım. Sanırım o zaman yaşamım güzelleşmeye başlayacak. Dostlarımla, çocuğumla, sevgilimle insanca iletişimi böyle başaracağıma inanıyorum.
YA SİZ?
Yazan: Adsız

GEL BURAYA SENİ BİR KOKLAYAYIM


5 Ocak 2009 Pazartesi

KENDİM OLMAK


2008e veda edip 2009 a girdiğimiz şu günlerde bende oturup düşünecek bol vakit buldum. Bir yıl daha geçip gitti işte. Ama ben boşa geçmiş saymıyorum bu yılımı. Yaşlanmadım, olgunlaştım. Bu yılda bana iyi kötü bir şeyler kattı. Yeni yılında her şeyiyle güzel olmayacağını biliyorum. Ne benim için ne bir başkası için. Yine olacak üzüntüler, ayrılılıklar, hasretler. Ama iyi yanından bakıyorum ben, güzel şeylerde olacak, yeni sevinçler, gülücükler...
Bu yıl için ben de kendime bir söz verdim. Uzak duracağım yalandan, dolandan, sahtekarlıktan. Bu yıl kendimi, yeniden gelmiş sayacağım dünyaya. Çünkü yaşamıma bu yıl doğallığı katacağım. Biliyorum bu büyük bir eksiklikti bende. Farklı olmaya çalışırken kendim olamadım. Oysaki herkes o kadar yapmacıklaşmış ki ben doğal olsam zaten farklı olacaktım.
Yazan: Kardelen Nisan Erdoğan

YALNIZLIK


Yalnızlık…Bugünlerde benim düşüncelere gark olup, sessizlikler içinde boğulmama sebep olan kelime.Yalnızlık nedir? İnsan yalnızlığın manası kapsamında mı yalnızdır; yoksa kendini kalbinin en derinliklerinde yalnız hissetmesi mi onu yalnız yapar?

Yalnız bir insan düşünüyorum. Aklıma ilk gelen sırtında abası, elinde kavalıyla, ıssız bucaksız ovalarda gezen bir çoban oluyor. Tek arkadaşları, tek dert ortakları hayvanları olan bir çoban. Kavalından dökülen nağmelerle anlatıyor tüm sevinçlerini, üzüntülerini onlara. Onlarda çobanı anlayıp onun duygularına ortak olmak istiyorlar sanki. Dertli olduğunda sessizlik içinde otlarlarken, kavalından dökülen nağmeler sevinçlerini anlatıyor, sessiz ovalar onların meleme sesleriyle canlanıyor birden.

Birde tüm heybetiyle duran bir dağ var uzakta. İlk bakışta yalnız geliyor insana. Sonra dikkatimi kışın gelmesiyle zirvesini dolduran ziyaretçileri çekiyor. Renk katmışlar kara gövdesine. Sonra bedeninde barındırdığı bitkiler, hayvanlar, kayalar ve toprak geliyor aklıma. Ya eteğindeki köyler… Onlara öyle bir kucak açmış ki hepsi onun bir uzvunu temsil ediyorlar. Tek birini ayırsa, bedeni yarım kalıp tüm heybeti yerle bir olacak sanki. Ve tüm bu uzuvlar hayatından o kadar memnun olmalı ki terk etmiyorlar dağı.

Sonra aklıma birden bir çocuk geldi. Buğulu camlar ardında öylece oturuyor. Bir şeylerin özlemini o kadar derinden yaşıyor ki… Yüzünü iki avucunun ortasına koyup buğulu camlara dalıp gitmesinden belli oluyor. Dile getirmek istediği bazı şeyler var, fakat dile getirebileceği insanlar yok ki. Sonra birden bir şey keşfediyor. Buğulu camlara yazıyor can bulsunlar diye dile getiremediklerini. Anne, baba, anne, baba… Buğularla birlikte silinsinler ki o tekrar fırsat bulsun dile getirmeye. Sonra bu minik kalplerden binlerce olduğu geldi aklıma. Belki de hepsinin dile getirmek istediği bu iki kelime, bu şekilde can buluyordur kim bilir.

Ya koca bir metropolde yaşayan bir insan. Adım attığı her yer kalabalık. Tüm zamanı koşuşturmayla geçiyor hayatın akışına ayak uydurmak için. Arkadaşlarım diyebildiği insanlar var çevresinde. Hatta dostları da olsun. Buna birde geniş bir aile ekleyelim. Her insanın kalbinde tahtlar vardır ya, en sevdiklerini oturttuğu: işte bu insanın tahtları da dolu olsun. Hatta bu tahtlarda oturanlar çocukları ve hayat arkadaşı olsun. Hatta onlarda onu çok sevsinler. Ama bu tahtlardan birine izinsiz oturan biri var ki oda yalnızlık. Ne yapsa kaldıramıyor hak etmediği yerden. İçinde fırtınalar kopmasına sebep oluyor yalnızlık. Sevdikleri üzülmese feryat edecek yalnızım diye. Ama dedim ya, o sevdikleri üzülmesin diye bastırıyor o feryatları yalancı gülüşlerle. Belki de şehirlerde yaşayan çoğu insan gibi.

Şimdi soruyorum: kim daha yalnız? Koyunlarıyla birlikte yalnız gezen çoban mı, tüm heybetiyle insanları bile içinde barındırabilen ve yıllardır dimdik ayakta olan dağ mı, buğulu camlar ardındaki o minik kalp mi, yoksa o kadar kalabalığın içinde yalnızım diye haykıran kalp mi?

Yazan: Gül

GURUR (Bu yazı aşağıdaki kendime ait yazıda bahsi geçen kişiye aittir.)

Geçenlerde işten ayrılmama neden olacak basit bir olay yaşadım. Aslında şu an basit diye adlandırdığım olay o an hayatta başıma gelen en kötü şeymiş gibiydi. Basit bir müdür odası organizasyonu yapmış (işimle hiç alakası olmadığı halde) bu yeniliği de habersizce Müdür Bey’in beğenisine sunmuştum. Değişim her zaman kapılar sonuna kadar aralanınca kabul görmüyor. Cümlemden de anlamış olacaksınız ki beklenmedik bir tepki ile karşılaştım.
Odayı iki saat sonra derhal eski haline getir dedi Müdür Bey.
Devamında ise; burası benim odam ve burada benden izinsiz toplu iğnenin bile yeri değiştirilemezle noktalandı cümle.
Bu muydu? Yani onca yorulma, sürpriz niteliği taşıyan karşılama bu muydu? Uzatma işte kızım buydu…
Yok! Artık işçisi, sekreteri, çaycısı, müdürü, patronu benim yaptığımı biliyordu odanın dizaynını, müdürün itirazı ile tekrar eski haline getirilmiş bir odayı da bünyem taşıyamazdı. Taşıyamadı da zaten. Bastı istifa mektubunu çok sevdiği işinden ayrılmaya kalktı. Yollarda ökçeli botlarla tık tık uzaklara kadar yürüdü. Ağladı, pişman oldu gözlerim. Ama artık o kapı çekilmişti bir kere düşüncesizce. Artık kapıyı hızlıca kapatmıştım aralık bile bırakmadan…
İçim sadece şu sözleri tekrarlıyordu;
- Ağlama pişman değilsin gururun için yaptın.
- Ama ben işimi çok seviyorum.
- Evet, sevebilirsin ama artık senin bir işin yok.
- Hayır, özür dileyip işime geri dönmeliyim.
- Hayır, dönemezsin aptal, gururun ne olacak!

Gurur!
Neydi bu gurur? Var mıydı tasavvufta bu gurur? Tasavvufta yeri nerdeydi? Yok muydu tasavvufun en önemli detaylarında nefisteki gurur? Dar kapılardan, alçak yüksekliklerden boynumuzu eğerek geçmemeli miydik? Ya Peygamber efendimizin yüzüne kafirler işkembe fırlatırlarken Peygamber döndü mü yolundan? Onun gururu hepimizden üstünken neden mücadele verdi?
Evet, benim olayım bu kadar büyük değil ama zaten kızdığım noktada bu kadar küçük detaylara takılmam. Çocuk hissettim o an kendimi. Profesyonel davranmamıştım. En büyük problemim buydu. Oysa fakültedeyken bunları öğretmemişlerdi bize. Hala içimde soru işaretleri vardı. Bu soru işaretleri varken bir yandan da hayatın gerçekleri vardı karşımda. Bütün taksitlerim, evimin kirası, yediğim ekmeğin parasına kadar her şey işyerimden kazanmış olduğum maaşıma bağlıydı. Küresel krizin baş gösterdiği dünyada iş beğenmemek ya da gurur yapmak tamamı ile bencillik ve haksızlıktan başka bir şey değildi.
İç hesaplaşmalarım bitti. Artık sıra asıl sorun olan çarptığım kapıyı tekrar nasıl aralayacağımdı.
İşte yanıtı bulmakta zor olmadı. Elimi telefona götürdüm ve Müdür Bey’in telini çevirip ‘’özür diledim.’’
Sanırım gururum denen şey törpülenmişti ilk kez ve tasavvuf kapısından geçerken başımı eğmiştim.
Evet, geldik bu yaşananlardan çıkarılacak derse;
- Sakın bir daha düşünmeden kalkma.
- Öfkeyle kalkma, zararla oturma.
- Sorun yaşadığın kişiyle ‘’sorunu’’konuşmadan ortamı terk etme.
- Gurur dediğin şey tabağa konup yenmiyor.
- Küçük sorunları büyütüp çığ yapma.
- Bir daha özür dileyeceğin ya da tükürdüğünü yalayacağın işi yapma.
Sonuç:
Bu dünyada bir paraya yiğitlik olmaz, iki soğuğa yiğitlik olmaz. (Özlü söz; Babam)

4 Ocak 2009 Pazar

ONURMU GURURMU ?


Bu yazıyı 2-3 gün önce arkadaşım olan birisinin beni telefonla arayarak çok kötü durumda olduğunu, hatta intihar etmek istediğini söylemesiyle başlayan bir diyaloğun sonunda kaleme aldım. yazıyı yayınlamak için kendisiyle yaptığımız görüşmede onunda benzer içerikte bir yazıyı kaleme aldığını öğrenince onun yazısınında yayınlamaya karar verdim.


Bu kişi çalıştığı işyerindeki bir kişiyle tartışmış, tartışma büyüyüp o işten ayrılmak istediğini söyleyerek ve buna ait başka mesajları da vererek o ortamdan ayrılmasının ardından, evine gelmiş. 6 ay içerisinde ayrıldığı ikinci işi olacaktı bu. Bunu 2 yönden olumsuz algılıyordu. Bunlardan ilki: iki defa işten ayrılmış olması, kendisinin ne kadar uyumsuz bir insan olduğunu gösteriyordu. Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın bunu başaramayacağını, iyi ve uyumlu bir insan olarak yaşamını düzene koyamayacağını düşünüyordu. Böyle olunca yapabileceği en iyi şeyin intihar etmek olduğunu söylüyordu.


İkinci sorun yapması hali, 6 ay içerisinde 2 defa işyerinden ayrılmış bir insanı hiç kimse bir daha işe almazdı. Mevcut gelir düzeyine göre hayat standardını oluşturmuştu, eğer iş bulamazsa kredi kartı borcu gibi borçlarını ödeyemez ve dolayısıyla yaşamını iyi bir şekilde devam ettiremeyecekti, buna göre yaşamasının anlamının olmadığını söylüyordu.


Peki tekrar işinin başına dönüp dönemeyeceğini sorduğumda; dönemeyeceğini çünkü ayrılırken onlara kötü şeyler söylediğini, bu yüzden onları arayıp tekrar oraya devam etme isteğini iletmesini, gururuna yediremeyeceğini söyledi.


Bunun üzerine gurur meselesi yada kavramı üzerine konuştuk bir süre daha. Sonunda beni dinleyeceğini söyledi, gururuna yediremeyeceği şeyi "gururunu ayaklar altına alarak" onları aradı. 5-10 dakika sonra beni tekrar aradığında bu sefer sevinç çığlıkları ve bol teşekkür ederimli konuşmaları vardı.


Sanırım eski filmlerdeki “fakir ama gururlu genç” söylemleri çok fazla içimize işlemiş. O yüzden doğru olmadığını bilmemize rağmen içimizdeki şeyin söylediğinin tersini yapmayı gururlu olmakla, yada gururuna yedirememekle açıklayabiliyoruz. Sanırım gururlu olmakla onurlu bir yaşam sürmeyi hep karıştırıyoruz.


Bir şairimizin söylediği gibi onurlu yaşam:


Herşeyin onurlusu olmalı
Hayatın, aşkın, dostlukların
Onurlu bir hayat yaşamalı insan
Üzerine düşenleri layıkıyla yaparak
Utanmadan, sıkılmadan

Onurlu yaşamın nasıl olması gerektiğine ilişkin bir yazıyı bundan sonraki yazımın konusu yapmak istiyorum.

2 Ocak 2009 Cuma

Dost Cengiz; Siteye bakarken çok etkilendim. Hekesin herkese verebileceği çok şey vardır. Sıcacık bir tebessüm, içten bir merhaba, dostça nasılsın. Oysa birçoğumuz bu bir saniyelik girişimlerden bile uzak dururuz. Hem de nedensizce. Siz içinizde biriktirdiğiniz duygularınızı, günlerce süren çalışmalarınızı, yüreğinizi, sevginizi sunmuşsunuz bizlere. hemde beklentisizce, çıkarsızca yani almadan vermeyi hedeflemişsiniz. Benim anlayışımda insanlar ancak dostlarıyla bunları paylaşabilir sanırdım. Dostlarında sınırlı olduğunu sanıyordum. Oysa sen tüm insanlığı dost olarak kabullenmiş ve kucaklamışsın. Seni ve senin vasıtanla bize bu güzellikleri yansıtanları yürekten kutluyorum.Dostluğunun devamını dilerken dostça selamlıyorum.

Gönderen: canel