HOŞGELDİNİZ


Fotoğrafları büyütmek için üzerine tıklayınız


HAYAT YAŞANTI ARAMAK DEĞİL, KENDİNİ ARAMAKTIR. (C.PAVESE)


29 Kasım 2009 Pazar

BEN

Ağaçların arasından, dağların tepesinden, güneşin kavuran yüzünden, yağmurun çisiltisinden devire devire geçersin patika yolları. Bazen hızlı ve hırslı, bazen yumuşak ve gürültüsüz. Ruh haline bağlıdır adımların. Ve beyninin en derinlerindeki içli yorumların. Sıkıntın, derdin, kederin, mutluluğun, neşen ve gülüşlerin. Girebileceğin her hal ve oynayabileceğin bütün karakterler. Her kelimenin sonu, her rolün başı, her acının ve mutluluğun sonundaki adres sana çıkar. Yani “ ben” dediğin sana…

Çok kalabalıkta da yalnızsındır.
Çok yalnızda da yalnız.
İnsan yalnız kalmak istemeye görsün…

“Ben”
Patika yolları aştım…
Issız dağlara kendimi vurdum…
Çiçekli bahçelerde gördüm…
Rüzgarlar tenimi de yaktı…

“Sen”
Çok kalabalıkta da yalnız kaldın…
Ama değişmeyen tek şey bütün yollar kendine çıktı.

Ve
“Ben” çok şey gördüm ama tek kendimi göremedim.
Ruhun körlüğü bu olsa gerek.

Kendini keşfe çıkman ümidiyle.

Yazan: Yağmur

PARMAKLARINI KAPTIRINCA


SEN İSTERSEN UZAK, UZAK DEĞİLDİR.


Bayram sabahının yalnızlığını, babamlarla geçirdiğim kalabalık kahvaltıyla doldurduktan sonra, "aptalın karnı doyunca gözü yolda olurmuş" deyimine uygun bir şekilde kendi evime geldim. Bahçemdeki inanılmaz sonbahar havası, beni otomatik olarak çay moduna soktu. Bu arada kadim dostum Cengiz' de geldi. Şiir gibi sonbahar ışığı altında bahçede çayımızı yudumlarken, onunla gezi planı oluşturduk.


Bir kaç hafta önceki gezimizde gördüğümüz bir zirveye çıkmayı hayal etmiştik. Zirve, çok büyük ve uzaktı. Bir hayalin gerçekleşmesinin ne kadar güzel olacağını düşündük. Çay malzemelerimizi ve ben fotoğraf makinamı alarak, benim emektar renault 12 le çıktık yola.


Güzel, güneşli, "tadımı çıkarın bak kış gelmeden der gibi" sıcak rüzgarsız bir Karaman gününde, vurduk kendimizi yola. Şehrin gergin negatif atmosferinden, doğanın sımsıcak kucaklayan kollarına ulaştıkça, içimize akan huzuru tadmak inanılmazdı. Etraf, sonbaharın verdiği sarı kırmızı yapraklı ağaçlarla farklı bir görüntüye bürünmüş, kışa hazırım artık beyaz örtümü isterim der gibiydi.


Gideceğimiz dağın zirvesini görünce, bir an ürkmedim dersem yalan olur. En az 10 kilometre dağın eteğine yürüyecek ve 5 kilometre kadarda tırmanacaktık. Arabayı kenara parkettikten sonra, patikamsı bir yoldan başladık yürümeye. Yanıma su almayı unutmuştum ve sabah annemin kahvaltıda yedirdiği lezzetli kavurma beynime su sinyalleri göndermeye başlamıştı... (zaten bir şeyleri unutmazsam olmazdı :) Yürürken bakımsız bahçelerde, doğal büyüyen organik elmalardan yiyerek susuzluğumu bastırdım. Her zamanki gibi rahat bir yürüyüş temposuyla, Cengiz'le etrafın güzelliklerini kaçırmadan, doğayı yaşayarak ve hissederek başladı gezimiz.


Uzakta erişilmez gibi görünen zirve, biz adımlarımızı attıkça bize geliyormuşçasına yaklaşıyordu. Yol arkadaşlığı hayat gibidir. Bir ritm ister. Eğer ritm tutmazsa, yol zehir olur. Aynen hayatınızdaki diğer arkadaşlıklarınız ve ilişkilerinizdeki gibidir. Yol boyunca Cengiz'le gördüğümüz güzellikler ve geleceğimize dair projelerimiz üzerine konuştuk. Proje dediğimiz ise; basit ve doğal yaşamdan başka bir şey değil. İnsanı geren, sıkan, şehir ve iş hayatının ruhumuzu kemiren, karanlıklar pompalayan dünyasından kaçma, uzak yaşama hayalinden ibaret. Etrafımızda bizi yöneten önyargı ve kuralları reddetmeyi her zaman kendim için kullansam da, yine de şehir hayatının bana, pek çok konuda sıkıntı verdiğinin bilincindeyim.


Yatay sonbahar ışığında, bir kaç kare almaya niyetlensem de, stüdyo tarzı kuş fotoğrafı çeken ben için, biraz acemice çekimlerim oldu. Bu konuda üstad Cengiz daha başarılıydı. Bol bol çıkacağımız dağı, etrafı ve kendimizi çekmekle yetindik.


Dağın eteğine patika bir yoldan geldik. Dağ, bütün heybetiyle karşımızda bizi bekliyordu. Uzakta gördüğümüz bir kaç kavak ağacı, bizi kendisine yöneltti. Düşündüğümüz gibi bir su pınarı vardı. O lezzetli kaynak suyundan, kana kana içtik. Kısa bir oturma ve dinlenmenin akabinde Allah'ın "yürü yaa kulum" demesi gibi vurduk kendimizi dağa. Bisikletçi günlerimin ve sürekli dağ tırmanmanın hediyesiyle çok rahat ve seri adımlarla tırmanmaya başladım. Fakat bir an önce zirveye çıkmayı değil; her adımımda etrafın güzelliklerini, toprağı, sararmış meşe ağaçlarının yapraklarını, etrafımızı çeviren dağları ve mavi gökyüzünü özümseyerek, hissederek tırmanma yapmayı istedim.


Kuş gözlemi olarak, hayatımın ilk çit kuşunu bu gezide görmek beni çok mutlu etti. Yol boyunca yürürken, bize ardıç kuşları ve karatavuklar eşlik etti. Bir kaç baştankara, bizi o güzel ötüşleriyle selamladı. Zirveye doğru gördüğümüz keklik sürüleri, gezimize ayrı bir lezzet kattı.


Zirveyi hayal ederken, karşımıza yeni zirveler çıktı. Bu bize ayrı bir güç verdi. Kayalardan tırmandık, topraklı taşlı yerlerden yürüdük. Bizi çağıran zirve, nihayet karşımızdaydı. Zirveye ulaştığımızda, inanılmaz bir hiçlik duygusu, etrafımızı saran dağların, vadilerin güzelliği ve benim için çok değerli olan sessizliğin sesi vardı. Sadece seyrettik. İçimdeki garip bir duyguydu. Bu zirvedeki sukunet, anlatılacak gibi değil. İşte, hayat buydu. Bir hiçtik... Hem de kocaman bir hiç. Övünecek işimiz, arabalarımız, gösterişli evlerimiz, kibir, ego, kin, nefret ve bunun gibi insanoğlunun ruhunu karartan duygular zirvede yoktu. En önemlisi de, dağın umrunda değildi. Olması gerekeni yaptım, sadece sevdiklerimi düşündüm. Sevgi...


Cengiz'in telefonundan çalan Kitaronun Silk Road şarkısı ruhumuzu sararken, benim yaktığım gevenin ateşi ellerimizi ısıtıyordu. Zirvede bir süre kaldıktan sonra, veda zamanı gelmişti artık. Etrafa son bir kez daha baktım. Uzaklarda bizi bekleyen, gel diyen zirveler, yollar, vadiler ağaçlar...


Sessiz bir dağ inişi yaptık. Cengiz'le mesafeyi açtım. Onun istediği olan "kendisiyle olma duygusuyla" başbaşa bıraktım. İndikçe ne kadar zor bir işi başarmış olmanın haklı lezzeti, ruhumuzu sardı. Gün batımına yaklaşan güneşin yatay ışığı, o kadar berraklaştırmıştıki etrafı....
Arabaya kadar ki olan yolda, içeceğimiz çayın hayaliyle yürüdük. 30 kilometre civarında yürümüştük. Bu mesafe, benim gibi oturan için ilaç gibiydi. Semaverimizde oluşan bir arıza, çaylarımızı evde içmemiz gerektiğini söyledi.


Arabanın yanında oturup, dağımızı son bir kez daha izledik. Gün batımına doğru.

Sonra, şehrin karanlığına dönüş...


Yazan: Kürşat Akın.
********************************************************************

Cengiz Bey harikasınız. Hayatta bu kadar dost olarak uyumlu ve hayatını doğayla birlikte uyum halinde götüren ve hayatına anlamdan ötesini katan insanlar zor bulunur. Sizin dostluğunuza ve doğayı bu denli zevkli yaşayan insanlar olmanıza hayran kalmamak mümkün değil. Ama içimizde kıskançlık olmuyor da değil. Keşke bende orada olsaydım demekten kendimi alamıyorum.

Öncelikle bu denli güzel yerleri ve yazıları bizimle paylaşan size, sonra da yazıyı okurken bu denli o ortamı yaşıyormuş gibi hissettiren Kürşat beye de sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Sizi tanımak benim için gurur verici.

Yazan: Melis

19 Kasım 2009 Perşembe

TREN SESİ

TREN SESİ
Garibim.
ne bir güzel var
avutucak bu gönlümü
bu şehirde.
ne de tanıdık çehre.
Bir tren sesi
duymaya göreyim,
iki gözüm iki çeşme
Orhan Veli Kanık

15 Kasım 2009 Pazar

MANZARA MI? EN İYİSİ VAR.


Hafta içi planladığımız Pozantı- Adana gezisi için soğuk ve kapalı bir Karaman sabahından, üstad Cengiz’le birlikte çıktık yolumuza.

Ereğli’de bizi karşılayan yağmur gün boyunca yoldaşımız oldu bize. Yolda görmeyi çok istediğim Bolkarlar, etrafımızı kaplayan sis ve yağmur sebebiyle bize asi ve heybetli görüntüsünü vermese de, siste yolculuk çok keyifliydi. Koskocaman bir hiçliğin ortasında gibiydik. Müzik ve muhabbetle, zaman kaygısı olmadan kendimizi bir anda Pozantı’da bulduk.

Yüreğimizin değil, midemizin sesini dinledik ve şehir girişinde bayanların gözleme yaptığı bir mekâna kurulduk. Gözlemenin yanında benim ricamı kırmayarak tavada yumurta yapmaları bizim için bonus oldu. Bol çay, gözleme ve salatayla kahvaltımızı yaptık. Ardımızda samimi ve gülümseyen insanlar bırakarak Belemedik’e doğru yola çıktık.

Yanımızda akan dere ve çınar ağaçlarının sonbahar tadındaki renkleri ve Torosların ihtişamlı görüntüsü yol boyunca eşlik etti. Tren istasyonuna aracımızı bıraktıktan sonra, Almanların 1908’ li yıllarda yaptığı eski yerleşim bölgesine fotoğraf çekmeye gittik. Yıkılmış harabe yapılar, çınar ağaçları ve bu güzellikte yaşama şansına erişmiş bir kaç yöre insanı vardı. Bol fotoğraf çektik. Sonbahar kendisini belli etmiş, etraf sarı ve yeşilin renk karmaşasına bürünmüştü. Derin bir sessizlik ve hafif yağmur vardı. Hayatımın kalanını yaşayacağım yer gibi hissettim burayı. Belemediği terk ederken, içimden bir ses burayı daha sonraları çok sık göreceğimi söylüyordu.

Adana'da bizi bekleyen Mustafa Tor ve eşleri Berrin ablayı daha fazla bekletmemek için Adana istikametine yola koyulduk. Yolda hafif yağmur eşliğinde Torosların güzelliğinden Çukurova’ya doğru yol aldık. Güneşli bir güne uyanan Adana’ya, beraberimizde yağmuru getirmiştik.

Güzel başladığımız günümüzü, yine yağmur eşliğinde sakin bir geri dönüş yolculuğuyla sonlandırdık.

Yazan: Kürşat Akın

12 Kasım 2009 Perşembe

ANILARIYLA BERABER YIKILDI

Yaz aylarında defalarca içerisinden geçtiğimiz bir yayla köyü vardır. Yol tam olarak bu köyün ortasından geçiyor. Her geçişimiz sırasında burada yaşayan insanların fotoğraflarını çekmek istemişimdir ama izin vermeyecekleri düşüncesiyle hep “daha sonra gelir izin alır çekeriz” diyerek vazgeçmişimdir.

Sonbahara girip de havaların soğumasıyla birlikte bu yayla köyünden insanlar göç eder, sonraki yaz ayına kadar bir daha da uğramazlar.

Yine bu köyden yalnız geçişim sırasında yaz aylarında gördüğüm insanları göremedim. Köyün kendi yalnızlığına bırakılmış olması, farklı duygular oluşturdu içimde. Genelde insanın ya da başka bir canlının olmadığı fotoğrafları fazla çekmediğimden, bu köyde fotoğraf karesi oluşturmak zor oldu. Oysaki kısa süre öncesinde bu köyün her yerinde her türden canlı vardı. Şimdi ise bomboştu.

Bu köy içerisinde eski ya da yeni çok sayıda ev vardı. Ama sadece bir tanesi yıkılmıştı. Sanırım bu evin sahipleri daha önce terk etmişlerdi onu.
Doğal Kalın.

10 Kasım 2009 Salı

KÜÇÜK CAMDAN GÖRÜNENLER



BAKIŞLAR


Etrafımda onlarca çocuk. "Abi beni çek, arkadaşımla çek" diyen sesler. Birden her yanımı sardılar. Kafamı çevirmekten, her çocuğun çağırmasına dikkat etmekten neredeyse başım dönmeye başladı. Cıvıltılı, masum, samimi ve bir o kadar da rekabetçiydi hepsi.

Doğal Kalın.

7 Kasım 2009 Cumartesi

RUHUNU ÖZGÜR BIRAKTI


Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.
"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.
Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun...
İstemek de güzel.
Can Yücel

6 Kasım 2009 Cuma

100 YIL ÖNCESİNDEN DEĞİL. ŞİMDİKİ ZAMANDAN


Geçen sene Safranbolu'ya giderken yol kenarından Karabük Demir Çelik fabrikasını tüm ihtişamıyla görme şansımız oldu. Fabrikaya yaklaştıkça ihtişamı daha da artıyordu. Hem fabrikayı görmek, hem de bir kaç fotoğrafını çekmek istedik.

Yolla fabrika arasında bulunan tel örgülerin arasından, biraz da üzerinden fotoğraf çekme çabamıza henüz yeni başlamıştık ki, birden yanımızda güvenlik elemanları belirdi. Ne yaptığımızı sorgulamaya başladılar. Kendimizi ve fotoğrafları çekme amacımızı anlattık. Sanatsal kaygılarımızla çektiğimize ikna olduklarını farkedince, biz onlara soru sormaya başladık. Bu kadar hızlı nasıl yanımıza geldiklerini, niye geldiklerini sorduk. Fabrikanın çevresi de kamera sistemiyle izleniyormuş. Bizi farkeder etmez hemen harekete geçmişler. Niye geldiklerini ise; fabrikanın bacasından çıkan dumanı göstererek, bunun basında yayınlanmaması, olumsuz bir kamuoyu oluşturulmaması için olduğunu açıkladılar.

Doğal Kalın.

4 Kasım 2009 Çarşamba

İKİNCİLİK ÖDÜLÜ


Bu Fotoğrafım JANSSEN-CILAG Firmasının düzenlediği İŞLEVSELLİK Konulu Fotoğraf yarışmasında İkinci Olmuştur.
İlgi ve beğeninize sunuyorum.

2 Kasım 2009 Pazartesi

ÜCRETLİ MODEL



Kayseri ili sınırları içerisindeki Kapuzbaşı Şelalesine yaptığımız gezi sırasında çekmiştim bu fotoğrafı.
Diğer arkadaşlarla beraber köy içindeki gezimiz sırasında çok fazla çocuk fotoğraf çektirme umuduyla peşimize takılmıştı. Bu iyi bir fırsattı. Fırsatı değerlendirdikten sonra köy içinde yukarı doğru ilerliyorduk ki, fotoğraftaki çocukla beraber başka bir çocuk ve babası yol kenarında oturuyorlardı. Bu çocuğun bakışları ve görünümü bizi fazlaca etkileyince bir kaç kişi aynı anda fotoğraf çekmeye başladık. Çok küçük yaşta olmasına rağmen tüm istediğimiz bakış ve vücut pozisyonunu verebiliyordu. Babasının yönlendirmesi de hiç eksik olmuyordu bu arada. Kızım da dahil olmak üzere çok sayıda fotoğrafını çekme fırsatı verdi bize. Çocuğun fotoğraf çekmemize bu kadar uyumlu olması kafamda soru işareti oluşturmadı da değil.

"Tamam yeter artık" dediğimiz anda çocuğun babası "haydi bakalım çocuğa biraz para verinde sevinsin" demezmi. Kafamda bir çok çatışmalı düşünce gelişti. Vermelimiyim yoksa... Her neyse verdim.

Hemen sonra çocuğun babası parayı alıp kendi cebine koydu.

Doğal Kalın

1 Kasım 2009 Pazar

BABADAN OĞULA


Baba olarak oğluma asla nasihat etmiyeceğim. Kendisi görecek, öğrenecek ve kendi olacak. Dış dünyanın gereksiz dayatmalarıyla değil, aklını kullanarak yorumlayacak hayatı. Doğayı sevecek ki, karşılıksız sevmeyi öğrenecek.

Üstadım teşekkürler...

Yazan: Kürşat Akın