HOŞGELDİNİZ


Fotoğrafları büyütmek için üzerine tıklayınız


HAYAT YAŞANTI ARAMAK DEĞİL, KENDİNİ ARAMAKTIR. (C.PAVESE)


27 Şubat 2009 Cuma

BİZİ MERAK EDEN


Karadeniz gezisindeydik. Eski tarihi bir köprü üzerinde karşılaştık bu kızla. Köprünün korkuluklarına dayanmış öylece duruyordu. Köprünün üzerinden sağ ve sol tarafa hayranlıkla bakarak doğanın nefis manzarasını çekiyordum. Birkaç defa göz göze geldikten sonra ben fotoğraf çekmeye devam ettim. Onun beni izlediğini fark ediyordum. Yüzünde meraklı ve birazda utangaç ifade vardı. Bazen eğiliyor bazen korkuluklardan sarkarak fotoğraf çekmeye çalışırken; dışarıdan bakıldığında, komik olarak değerlendirilebilecek hareketlerime bakıyordu. Belki de içten içe gülüyordu da. Bu sırada hareketlerim izleniyormuş hissi beni biraz zorladı, “daha fazla saçma şeyler yapma” demek zorunda kaldığımı hatırlıyorum.

Onun da fotoğrafını çekmek istiyordum. Ama sürekli olarak beni takip ettiği için bana bakmadığı sıradaki fotosunu çekme fırsatım olmuyordu. Onu kandırarak fotoğrafını çekecektim.Biraz yanından uzaklaşıp, önce makinanın objektifini başka yere tutacak sanki başka yeri çekecekmişim gibi davranıyorken, bana bakmadığını yakaladığım sırada fotoğrafını çekecektim. Maalesef mümkün olmuyordu, her seferinde bana bakması devam ediyordu. Baktım ki olmayacak yanına yaklaştım, onun hayatıyla ilgili konuşmalar yapmaya başladım.

Ailece çay üreticiliği yapıyorlarmış. Köprünün diğer tarafında kendisinin büyüklüğünü tam olarak bilmediği bir miktar çay tarlaları varmış. Belli aralıklarla çay topluyorlar, kendisi de onlara yardım ediyormuş.

Benim onun yaşamıyla ilgili sorularım henüz bitmemişti ki, kendisi beni soru yağmuruna tuttu. Makinama bakıyor, kaç para olduğunu soruyor, nasıl çektiğimi merak ediyordu. Fotoğrafı çektikten sonra onları ne yaptığımı soruyordu. Baktım ki çok merak ediyor fotoğrafçılığı, bende onun bu merakını fırsat bilerek 3-5 fotoğrafını çektim. Çektiğim fotoğrafları üzerinden, nasıl çekildiğini ona anlatmaya çalıştım.

Kim bilir belki yıllar sonra oraların fotoğrafını en iyi çeken fotoğrafçısı olur.



LAMBADAKİ CİN


Mucizevi dokunuşlar ister hep bedenimiz en zor anlarda. Ayağa kalkıp tekrar tutunmak hayata. Bazen lambadaki cin masalları gelir aklıma ya da gökten inen kurtarıcı peri kızı. İnançlarımıza terstir bunlar ama. Sanırım isterdim Alaeddin’in sihirli lambası bir gün önüme düşsün… Ve bana üç dilek sorsun sonra üç dileğimde kabul olsun.


Cin: Uzun zamandır bu lambada tıkılı kaldım. Şimdi sen lambayı ovalamakla beni kurtardın. Ey kurtarıcım! Şimdi benden üç dilek dileme hakkın var… Söyle bakalım ne istersin benden?

Ben: 1)Tertemiz bir dünya istiyorum. Bütün kötülüklerden arınmış, kaza, savaş, dert, sıkıntı, kıskançlık ve kayıpların yaşanmayacağı tertemiz bir dünya.
2) Şimdi sevdiklerimi koy yanıma. Ailemi ve içimdeki aşkı tarif eden adamı koy yanıma.
3) Ve bütün insanlık hep gülsün.

Cin: Bütün dileklerin kabul olmuştur sahip!

Maddi anlamda hiçbir şey istemediğim üç dileğim. Biliyorum ki insanlık bu değerlere sahip olsaydı, hiçbir maddi sıkıntıya da maruz kalmazdı. Mutluluk olunca maddi değerler arkamızdan zaten koşacaktır bundan eminim. Hayata üç dilek bırakın ve dileklerinizin içinde koşup yorulun.

Şimdi ben lambadaki cinim. Lambayı ovala ve üç dileğini bırak kucağıma.

Yazan: Yağmur

26 Şubat 2009 Perşembe

KENDİ DÜNYASINDAN MEMNUN OLANLAR OKUMASIN

Kendine yeni bir dünya kurmak sadece tek kişilik olmayabilir. Yaşadığın ilişkiye bağlı olarak 2 yada daha fazla kişi için yeni dünyalar kurabilirsin. Yeni dünya kurmak fikri kendini alıp başka ortam yada başka diyarlara gidip o ortamlarda yeni yaşamlar kurmak fikrinden birazcık farklı bir şey. Mevcut ortamından başlayarak, aynı fiziksel yada ilişkileri kullanarak kendine farklı bir yaşam tarzı geliştirmek. Tüm koşullar aynı olsa dahi koşullarınla ilgili yeni bir bakış açısı geliştirerek bunları uygun bir şekilde yeniden ve farklı değerlendirmek.

Şimdi ki yaşamda; çok tasarlamadan ya da rastlantısal olarak her şey yaşamın içine girer ve yaşamı etkiler. Kendin için yeni bir dünya kurma fikrinde; her şeye yüklediğin anlam çok farklıdır. Rastlantısal olma halinden bilinçli yönlendirme haline geçiş vardır.

Hiç oynamadığımdan dolayı fazla bilmediğim bir bilgisayar oyunu var. Kendine bir köy ya da kasaba kuruyorsun. Bu kuracağın şeyde neyi nasıl ne şekilde ve nerede istiyorsan oraya koyuyorsun. Beğendiysen memnun oluyorsun, beğenmediysen tekrar bir takım yeni düzenlemeler yapıyorsun. Her şey senin isteğine ve beğenine göre oluyor.

Kendin için yeni bir dünya kurma fikrini bu bilgisayar oyununa benzetebiliriz. Yaşamında ne istiyorsan, ne yaptığında kendini daha mutlu hissedeceğini düşünüyorsan, yaşamın içine öncelikli olarak onları almak, istemediğin şeyleri yaşamından uzak tutmak, ya da silmek.

Gerçek yaşamdaki yapacağın şeyler bilgisayar ortamında yapacakların ki kadar kolay olmayacak. Yaşamına yeni koyduğun yada çıkardığın şeyleri kolaylıkla eski haline getiremeyeceksin. Bunun böyle olabileceğini, çok fazla düzeltmeler yapamayacağını bilerek başlamak çok önemli. İyi tasarlanmış, ne istediğini çok iyi bilen, kendinden emin bir tavırla başlamalısın.

Bunun için kendine iyi bir rota çizmelisin:

1. hayal kurmak dünyanın en güzel suçu sayılır. Kurmak istediğin dünyanın hayalini kur. Bu hayalin günün önemli bir kısmında aklında olsun. Kurduğun bu hayali gerçekleştirmişsin gibi hisset ve olumlu duygusunu çok yoğun yaşa.
2. Bu hayaline hayatının en önemli saatlerini ver.
3. Hayalinle ilgili foto yada resimleri sık sık görebileceğin yerlere as ya da koy.
4. Hayalini gerçekleştirmek için izleyeceğin stratejiyi belirle.
5. Buna uygun araçları belirle.
6. Araçları yaşamın içine al.
7. Hayalinle yada stratejinle uyuşmayan ilişkileri, kişileri, bir takım nesneleri gözden geçir. Dışlaman gerekenleri belirle.
8. Adım adım ilerle.
En güzel dünyaları kurmanız dileğiyle.....
Doğal kalın.....

25 Şubat 2009 Çarşamba

GÖLGE OYUNU


Hayat oyunu yeni bir sahnesini açtı. Oyuncuları sen ben o. Sonra onlar bunlar ve yeni oyuncular. Herkes iyi oynasın bu oyunu, rolünü koysun ortaya, yaşasın yaşatsın her şeyini. Oyun bu, seyircisinin de oyuncu olduğu bir oyun.

Gölge oyunudur bu. Sahnesi dünya, oyuncuları kukladır. Perdeye vuran ışık hayat verir kuklaya. Hayat bulur, oynar oyununu.

Sönünce ışık görünmez olur, taşır kendini karanlıklara.


****

Ömer Hayyam’ın dediği gibi

Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz
Kuklacı felek usta, kuklalarda biziz
Oyuna çıkıyoruz birer ikişer
Bittimi oyun sandıktayız hepimiz.

23 Şubat 2009 Pazartesi

BANADA VER






Hafta sonu biraz dinlenmek biraz da fotoğraf çekmek amacıyla Kayseri Erciyes dağına gitmek için yola çıktık. Erciyes’in zirvesine çıkıp, kayak yapıp, karlar içine saklanmış olan güzelliklerin yarım silüetini görecektik. Kalan yarım güzelliğini de zihnimizde tamamlayacaktık. Yolumuz uzak, karlı ve kaygandı. Yol kenarında tarlaya kaymış arabaları görünce bizimde yaşayabileceğimiz sıkıntı yavaş yavaş kafamızda oluşmaya başlamıştı. Buz üzerinde gidiyor az da olsa bizde kayıyorduk. Kayma işini yol boyunca yaptık. "Erciyes' e gidince kayak yapmayız artık" diye de espriler yapıyorduk.

Diğer arkadaşlarla buluşma yeri olarak belirlediğimiz kavşakta onların gelmelerini bekleyecektik. Kavşakta aktif olarak çalışmadığı belli olan bir benzin istasyonu vardı. Arabayı park ettikten hemen sonra benzin istasyonundan 7-8 tane büyük- küçük köpek bize doğru gelmeye başladılar. Kuyruklarını salladıklarından dolayı niyetlerinin kötü olmadığı belli oluyordu. Aç olabileceklerini düşünerek benzin istasyonundaki marketten köpekler için yiyecek almak istedim. Ama market kapalıydı. Zayıf ve bakımsız duruyorlar, bizden yiyecek ister gibi bakıyorlardı. Ama onlara verecek bir şey bulamadık. İçimdeki hüzünle benzin istasyonundan ayrılıp arkadaşların bizi daha iyi görebilecekleri açık bir yere çektik arabayı.

Köpek grubundan ayrılıp yanımıza kadar gelen bir köpeği görünce, köpeğe vermek için yiyecek aradım. Sonra arkadaşımın yolda yemek için aldığı 2 paket ikram bisküviyi, arka koltukta gördüm. Benim payıma düşeni köpeğe vermek istediğimi söyleyerek izin aldım arkadaştan. Bisküviyi köpeğe vermek için dışarı çıktım. İlk önce önüne koydum sonra havada yakalayarak yemesini istedim. Havada yakalayarak yemeyi çok iyi bilmiyordu, bunun için yardım etmem gerekiyordu ona. Sanki deliğe top atar gibi atmaya başladım ağzına. Havada yakalamasının başarısı, biraz köpeğe biraz da benim yardım etmeme bağlıydı. Bir paket bisküvi bitmişti artık.

Hava çok soğuktu ve ben üşümüştüm. Arabaya girdim ve arkadaşları arabada beklemeye devam ettik. 3-5 dakika sonra daha küçük bir köpek kafasını uzattı camdan içeri, arka ayakları üzerinde kalkarak. O kadar masum bakışlıydı ki, bende istiyorum bana da ver diyordu sanki. Arkadaşımın olan diğer paketi de camdan uzatarak verdim onlara.

Çok acıkmış oldukları parmaklarımı da yemek istemelerinden belliydi.
Neyse ki sadece bisküvileri verdim, parmakları kurtardık.


17 Şubat 2009 Salı

ZOR GÖREBİLDİKLERİMİZ


Güzel olanı görmek için yolunuzu değiştirmeyin. Her zaman gittiğiniz yoldan başka şeyler görme isteğiyle tekrar gidin. Daha önce görmediğiniz şeyleri görebileceksiniz, hissedemediklerinizi hissedebileceksiniz.

Bunun için önce kendinizle tanışmanız, yüreğinizdeki yaşam sevincini ve gözünüzdeki parıltıyı tekrar ateşlemeniz gerekecek. Kendinizi tanıdıkça, hayatı tanımaya başlayacaksınız. Kendiniz ve hayat arasında daha önce fark edemediğiniz bir dilin olduğunu anlayacaksınız.

Hayatın bir dili var ve sürekli olarak bizimle iletişim halinde. Anlatmak ve paylaşmak istedikleri var. Hayatı duyabilmek, yaşamına kattıklarını görebilmek, dokunmasını hissedebilmek ve tadabilmek için öncelikle bu sayacağım şeyleri en son ne zaman yaptığınızı kendinize sorun lütfen.

· Hasta olmayı ya da elbisenizin ıslanmasını düşünmeden yağmur altında en son ne zaman dolaştınız. ?
· Çığlıklar atarak en son ne zaman çimlerde yuvarlandınız, ?
· Ne zaman kafanızı kaldırarak saman yolunu, kayan yıldızları seyrettiniz. ?
· Ne zaman gözünüzü kapatıp doğanın en güzel müziğini dinlediniz. ?
· Koparılmamış çiçekleri en son ne zaman kokladınız.?
· Batan ya da doğan güneşi en son ne zaman seyrettiniz.?
· En son ne zaman sarıldınız bir arkadaşınıza, "seni çok seviyorum" dediniz.
· Eksik olan şeylerinizi düşünmeden, sahip olduklarınız için ne zaman şükrettiniz.
· Büyüdüğünüzü düşünmeden ne zaman top oynayıp, ip atladınız.
· Başkalarının ne diyeceğini düşünmeden ne zaman maskenizi çıkarıp, kendiniz gibi oldunuz.
· Ne zaman…..
· Ne…..
· ….

Bunları hiç yapmadığınızı yada uzun süredir yapmadığınızı düşünüyorsanız eğer, geç kalmadınız tekrar başlayın. Ama bu sefer hayatın dilini öğrenin hayatı okuyun.

Hayat çok güzel şeyler fısıldayacaktır kulağınıza.

AĞLAMAK YADA AĞLAYABİLMEK


Nedir ağlamak... Üzüldüğümüzde, duygulandığımızda, öfkelendiğimizde hatta çok mutlu olduğumuzda bile gözlerimizden süzülüp gelen bu tuzlu su, neyin nesidir?

Neden dünyaya geldiğimizde ilk yaptığımız eylemdir ağlamak... Hadi bunun açıklamasını alınan ilk solukla oksijenin ciğerlerimizi yakmasına bağlayabiliriz de, peki sonraki ağlamalarımızın nedeni nedir?

Hepsinden de önemlisi ağlamak nedir? Ağlamak belki de Allah”ın bize en büyük armağanıdır.

Dökülen göz yaşlarınızla içinizden akıp giden öfkeleri, hüzünleri, acıları…

Bir düşünün yüreğinizde hissettiğiniz hafiflemeyi… İçinizde koca bir kaya parçası gibi oturan acınızı, yanağınızdan süzülen ılık yaşlardan başka ne kaldırabilir ki… Teselli sözcükleri mi, sırt sıvazlamaları mı? Hangisi yerini tutar sizin insan olduğunuzun en büyük işareti olan ağlamanın yerini…

Neden Allah insanlardan başka hiçbir canlıya bahşetmemiştir ağlamayı… Tıpkı düşünmeyi bahşetmediği gibi… Çünkü ağlamak düşünebilen, hissedebilenlerin başarabildiği bir eylemdir. Taşlaşmamış, halen sevgiye, hoşgörüye, yardıma, acımaya, şefkate açık yüreklerin işidir ağlamak, ağlayabilmek…

Öyledir de neden her ağlayanı susturmak isteriz. Yeter artık ağlama deriz. Her ağladığımızda bize sus artık diyen annelerimizden, büyüklerimizden kalma bir miras mı ağlayanı susturma çabası…

Ya da ağlamanın kötü bir şey olduğunu zanneden genel öğretinin esiri bilinçaltımız mı?

Ağlama! ağlamak zayıflıktır, ağlamak dosta düşmana güçsüzlüğünü, yenildiğini göstermektir diye içimizden yükselen yanlış eğitilmiş ses midir bizi ağlamaktan alıkoyan ve ağlayan insanı susturmaya yönelten…

Ağlamak insan olmanın, bir yürek taşıyor olmanın en güzel işaretidir. Koskocaman bir yalan ve öğreti, ağlamanın insanı arındıran dünyasında erkeklerin peşini hiç bırakmaz…

Bu erkekler ağlamaz yalanı ile ağlamamalı öğretisidir…

Neden? Neden ağlamasın erkekler… Onlar insan değil mi, onların yürekleri acıyla, hüzünle, hasretle, çaresizlikle kıvranmıyor mu? Neden erkeklerin daha minicik birer çocukken ellerinden alınır ağlamak hakları… Niye oyuncağı için ağlayan bir erkek çocuğa sus ne öyle kız gibi ağlıyorsun der anneler babalar… Taa o zamandan başlayan ağlama yasağı neden ömür boyu cezaya çevrilir de, ağlayan bir adam gördüğümüzde garipser, ayıplamayla karışık acıma dolu kaçamak bakışlar atar seyrederiz.

Evet kaçamak bakışlar atarız çünkü hiçbirimizin yüreği, beyni ağlayan bir adamın gözlerinin içine içine bakmaya dayanamaz. Bize öğretilenlere göre erkek adam ağlamaz, demek ki bu adam zayıf, çaresiz… Zayıflık çaresizlik de bir erkeğe yakışmayacağına göre, o zaman görmezden gelmeliyiz, kaçamak bakışlarla idare etmeliyiz durumu, tabii bu arada sus ne öyle kadın gibi ağlıyorsun demeyi ihmal etmeden.

Oysa erkekler ağlar, hatta ağlamalı. O da yüreğinden taşıp gelenleri gözyaşları olarak içinden atıp ruhunu yıkamalı, yüreğini yumuşak tutmalı.İşte biz yada bizim kuşaklar böyle defolu yetiştirildiler.

Duyarlı ve duygulu olsun ki sevdiği kadına, annesine babasına, çocuklarına, tüm insanlara şefkat gösterebilsin. Sevdiklerini korumak için gösterdiği cesareti, sevgisini göstermek için de sergileyebilsin. Onu insan yapan en önemli hakkını elinden aldığımız erkeklerden öyleyse neden şikayet ediyoruz sevgilerini göstermiyorlar diye… Ağlamayı bilmeyen bir adam sevgisini nasıl dile getirip ifade etsin.

Ağlamak ne erkek ne de kadınlar için asla ne zayıflık ne güçsüzlüktür. ağlayabilmek yiğitliktir.

Ağlamak yiğitliktir de biz ne zaman ulaşabiliyoruz bu yiğitlik mertebesine…Yaşlandıkça mı? Ya da yaşadıkça mı?

Herhalde en çok çocukluğumuzda, en kolay da yaşlanınca ağlıyoruz. Neden acaba? Yaşamışlıklarımızın getirdiği yorgunluklardan mı, çektiğimiz acıların yüreğimizi yumuşatmasından mı? Ya da ağlamanın artık ayıp olmadığının farkına varacak olgunluğa erişmekten mi?

Bir düşünün kendinizi, şöyle kırklı, ellili yaşlara geldiyseniz tabii ki... Eskiden mi daha kolay ağlardınız şimdi mi?

Şimdi değil mi? Hatta bazen en olmadık zamanda, bir bakıyorsunuz önce gözlerinizde bir yanma, dudaklarınızda bir titreme ve hakim olamadığınız göz yaşlarınız yanaklarınızda…

Hiç farkında bile olmadan bir de bakıyorsunuz ki ağlıyorsunuz... Biraz mahcup, biraz alaycı bakıp etrafınıza ben yaşlandıkça daha duygusal oldum artık diyorsunuz. İçinizdeki arınmışlık hissi ile insan olduğunuzu bir kere daha fark edip, şükrediyorsunuz.

Bir de aşk vardır bizi ağlatan, yaşa başa bakmadan… İster yirmili yaşlarda olun ister ellili, ister kadın olun ister erkek, fark etmez. Âşık olmanın ayrılmaz parçasıdır ağlamak…

Âşık olunca insan ağlar, hiç kaçışı yoktur bunun, mutlaka ağlar. Sevdiğine kavuşunca mutluluktan, ayrı kalınca hasretten, ayrılınca üzüntüden ağlar…

Âşık olmak ağlamayı göze almaktır. Aşk ile acı çekmeyi özdeşleştirdiğimiz içindir belki de… Belki dinlediğimiz bütün aşk hikayelerinin acı ile bitmesindendir. Sebebi ne olursa olsun biz ağlarız âşık olunca… Çünkü aşk yüreğimizi yumuşatmıştır, aşk bize bir insana karşı nasıl savunmasız olduğumuzu göstermiştir, aşk bizim hayata karşı aldığımız sert, dimdik duruşumuzun belini bükmüştür. Bize yanan bir yüreğimiz olduğunu hatırlatmıştır. O yanan yüreğin yangınını ancak göz yaşları biraz hafifletebilir. Öyleyse… Âşık olmak ağlamayı göze almak, insan olduğumuzu yeniden hatırlamaktır.

Sebebi ne olursa olsun ağlamak güzeldir. Ağlamak insan olmaktır, sıcacık bir yüreğe sahip olmaktır, var olmaktır. Ancak ağlamanın bile güzel olmadığı tek gerçek var hayatta... Ölüm... Tanrı hiçbirimizi ölüme ağlatmasın.

visionart

14 Şubat 2009 Cumartesi

ALTINDAN GEÇEBİLİRMİSİN ?


Birçok kültür gökkuşağını cennet ile dünya arasındaki köprü olarak görmektedir. Bu ne derece doğrudur bilmem ama arabayla şehirlerarası yolda giderken şiddetli yağmurun altında çektim bu fotoğrafı. Gökkuşağının bulunduğu bölge de hiç yağmur bulutu yokmuş gibi görünmesine aldanmayın, benim bulunduğum yerde şiddetli fırtına ve yağmur vardı. Ayrıca görüntüde telefon teli ve diğer yol kenarı tabelalara bağlı kirlilik olmasın diye tarlaya inmek zorunda kaldım. Herbiri çamurla 2-3 kilo olmuş ayakkabılarım ve kirlenmiş pantalonum oldu.
Doğa en güzel fotojenik yüzünü göstermişti. Fotoğraf makinası yağmur suyundan etkilenmeyecek olsaydı çok daha güzel kareler çıkabilirdi....
Gökkuşağının cennet ile dünya arasında köprü sayan kültürler; bize gökkuşağının neresinin köprü olduğunu da söyleseler ya. Bilmekte fayda vardır diye düşünüyorum. Umarım altından ya da üstünden geçmeyi kastetmiyorlardır.

13 Şubat 2009 Cuma

BİRAZCIK AKINTIYA BIRAK


SATICI KIZ

Bu gülümsemenin içinde ne var? Ya da neler var? Güçlü bir yürek, umut, samimiyet, sevgi. Hepsi biraz görünüyor, hepsi fotoğrafı biraz daha canlandırıyor. İnsanda bütün bunları bakışına sığdırma ve hissetme isteği uyanıyor.
Hele bir de bütün bunların varlığından çok yokluğunu hissediyorsanız kendi hayatınızda, sizin yüzünüzde beliren buruk bir gülümseme oluyor sadece.
O gülümseme de kimbilir fotoğraf karelerinde nasıl görünür.
Yazan: Obssesif Kompulsif


12 Şubat 2009 Perşembe

GEÇMİŞİN TANIKLARI


“Kimler geldi kimler geçti.”
“Ah şu duvarların, taşların bir dili olsa da anlatsa.”

Böyle başlar bütün geçmişe bakan gözlerin, duyan kulakların can alıcı cümleleri. Hepsinde tarihe tanıklık vardır. Kendi tarihine. Kendi şehrine. Kendi şehrinin iyisine, kötüsüne, hırsızlıklarına ve kaybettiklerine. Ya da kazandıklarına. Ortak tek bir nokta vardır “geçmişe tanık olmalarıdır.”

Onlara dokunulacak ellerden korkarlar. Tazelemek onları küflü kokan duvarlarına, tahta ahşaplarına ve gıcırdayan merdivenlerine haksızlık olur. Günümüzün “restore etmek” kelimesine ısrarcı olarak karşı çıkarlar. “Restore edilmek!” Ürkütücü.

Uzak yamaçlarda ya da şehrin tam ortasında olurlar. Hiç orta kulvarları yoktur. Sınırda yaşamayı severler. Ara sokaklarda kalmaktan korkarlar. En can alıcı noktada gözümüze ilişiverirler. Onlara doya doya bakmak, ölümsüz karelerle yaşatmak onları insanoğlu içinde büyük keyiftir. Cansız varlıklar konuşamaz, nefes alamaz ve hareket edemez derler. Cansız varlık konuşamasa konuşturur, nefes alamasa aldırır ve hareket edemese ettirir diyorum. Aksini söyleyen ispatlasın.

Keyif alıyorum tarihe bakmaktan, tarihte hayal kurmaktan, yalın olarak düşünmekten. Saf duygularım uyanıyor eskimiş evlerde. Geçmiş yaşamlarda neler olmuştur acaba diye bir düşünce alıyor beni. Hangi köşede gözyaşı var acaba, hangi duvarda sinmiş yalnızlık var. Hangi müzik çalındı bu evin içinde. Hangi fakir bir kiracı ya da hangi zengin bir soylu yaşadı bu konakta. Hepsi soru işareti? Hepsi birer efsane… Hepsi birer merak.

Sahibiyle kendi arasında kalan sırları saklayan geçmişin tanıkları! Her bir tahtanıza çivi çakılabilir, renginiz değiştirilebilir, merdivenleriniz onarılabilir ama…
Değişimin değiştirilemeyeceği tek yer geçmişe yapılan tanıklıktır…

Yağmur

İYİ BİR OYUNCU




Hayat senden korkmuyorum. Hayatımda hiçbir şeyin beni gereğinden fazla üzmesine izin vermeden, kalan kalsın gelen gelsin, gülen gülsün, konuşan konuşsun yani takmadan yaşamaya çalışıyorum. Böyle yaşarken içimden de diyorum ki işte budur ben hayata meydan okuyorum. Onun bana yapmak istediklerine izin vermiyorum hayatımda gereğinden fazla üzüntüye kedere yer yok. Ömür Dediğin Üç Gündür, Dün Geldi Geçti! Yarın Meçhuldür, O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür, O Da Bugündür diyerek hayatımın sadece o anı hissederek yaşamaya çalışıyorum.


Tam hayat işte budur dediğimde, bir çelme takıyor kim kime meydan okuyor gör der gibi. Yılmıyorum düştüğüm yerdeki otantik taşlardan alarak ve o güzelim kır çiçeğini de koklayarak yani düştüğüm yerin tadını da çıkararak kalkışı daha hızlı yapıyorum. Ama maalesef bitmiyor çok seviniyorum mutlu oluyorum, bu kez de mutluluktan ağlıyorum. Orda bile inceden meydan öyle okunmaz diyor çaktırmadan.


Oyunları her ne kadar hayat belirlese de ben de çok iyi bir oyuncuyum. Bakalım zaman ne gösterecek ben mi hayata yoksa hayat mı bana meydan okuyacak.


Yazan: Adsız

11 Şubat 2009 Çarşamba

YILLAR ÖNCESİNDEN ŞİMDİYE



Gönüller sultanı Mevlana'dan alıntı. Günümüz değerleriyle uygulayabilmiş olsak ciddi anlamda hiç sorunumz kalmazdı diye düşünüyorum.

Mevlana oğluna der ki: Bahaeddin! Eğer daima cennette olmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma! Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma! Merhem ve mum gibi ol! İğne gibi olma! Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen, Fena söyleyici! Fena öğretici! Fena düşünceli olma! Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun. İşte o sevinç Cennetin ta kendisidir. Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir.

Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi, çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. Düşmanları andığın vakit, için, dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir. Bütün peygamberler ve veliler, böyle yaptılar, içlerindeki karakteri dışarı vurdular. Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu, hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular."

Bahaeddin! Senin düşmanını sevmeni, düşmanında seni sevmesini istemen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle, o düşman senin dostun olur; Çünkü (gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.) Allah'ın sevgisini de onun aziz isimleriyle elde etmek mümkündür. Allah buyurdu ki: Ey kullar, kalbinizde arınma olması için beni pek çok anmaktan geri durmayın. Kalbinizde arınma ne kadar çok olursa, Allah'ın nurunun parlaklığı da kalpte o nispette fazla olur. Nitekim, ekmekçinin tandırı ne kadar sıcak olursa, o kadar ekmek alır, soğuk olunca ekmek almaz..
Yazan: Adsız

9 Şubat 2009 Pazartesi

KARŞIDAN BAKABİLMEK


Karşındaki insanın yerine kendini koymaktır empati yapmak. Onu anlamak, hissettiklerini hissetmek, o durumda ben olsaydım ne yapardım diyebilmektir. Bir yönüyle kendinden ayrılıp seni karşındaki insanın yerine koyabilmektir. Sen kendine ait ne varsa ondan sıyrılıp onun ne hissetmiş olabileceğini anlamaya çalışmaktır. Anlayacaksın, anladığını hissettireceksin. Onun dünyasıyla çözümler üretmesine destek vereceksin. Bazen çözüm sunmanda gerekmeyebilir, anlaşıldığını göstermen yeterli olabilir.
Teknolojinin gelişmesiyle yan komşumuzla sanal alemde günaydınlaşmaya başladık. Var olan sorunlarımızı eşlerimizle normal konuşmaya dayalı iletişim kanallarını kullanarak değil, telefon ya da msn mesajlarıyla çözmeye çalıştık. Çocuklarımızın gözüne bakmadan, aynı televizyona bakarak konuşan ebeveynler haline geldik. Para biriktirmek amacıyla mı yoksa kimin daha iyi pasta, börek yaptığını göstermenin yarışının yapıldığı ve benim tam anlayamadığım günler geçiriyoruz. Buralarda yapılan malum konulardaki konuşmalar nedeniyle insanlar arasında güvensizlik tohumları ektik. Giderek kendimizi yalnızlığa sürükledik.
Oysaki insanın niçin geldiğini, niçin yaşadığını bilme ve anlama isteği kaybolmuyor. Kendi kendine bulduğu duyguları aktarmayı ve karşı tarafça da anlaşılmayı bekliyor. Karşıyı anlamak, onun gibi hissetmek yerine, bunu başkalarının kendisi için yapmasını bekliyor. Yalnızlığı, yalnızlığını çoğaltıyor. Yalnızlaştıkça da daha çok teknolojik iletişim bağımlısı oluyor. Bir süre sonra da insanlarla iletişim kurmayı bırakıyor.

Bu cihazlarla iletişim kurmak, insanlarla iletişim kurmaktan daha kolay. Çünkü onlar sizi anlamaya çalışmak için sıkıcı sorular sormuyorlar ya da sizin onları anlamak için herhangi bir çaba sarf etmenize gerek kalmıyor.Sonuç; her şeyine yabancılaşmış insan…Duymayan, göremeyen, hissedemeyen, duygularını paylaşamayan, sahip olduklarıyla var olduğunu ya da olacağını sanan insan...
Kızılderililerde her çam yaprağı, vızıldayan her böcek onlar için kutsal sayılırmış. Tüm canlı ve cansız doğa varlıklarıyla en güzel iletişim biçimi olan, empatik iletişim kurabilmeniz dileğiyle….

5 Şubat 2009 Perşembe

GÜNÜN SONUNDA





Bir gün batımında,birde hazanda hüzünlenirim.
Gözlerim dalar gider gecenin karanlığına
Sanki herşeyin sonu,
Yaşamın bitiş noktası.
Çökünce zifiri karanlık,
Yavaşca sıyrılır hüznüm kabuğundan.
Gökyüzünde beliren yıldızlar,
Göz kırpar gizliden,
Hele birde ay yüzünü gösterdimi demeyin keyfime.
Bir kaç saat önce boğulacakmış gibi olan bende,
Yeni bir yaşam umudu filizlenir içimde.
Yaz akşamları, saman yolu uzanmış boydan boya,
Beni çağırır sonsuzluk yolculuğuna.
Ağostosböceği kemancısıdır şarap kadehimin,
En güzel nağmelerini söyler birlikteliğin.
Ilık lodos terini emer tenimin.
Yokluğun yok oluverir birden,
Çırılçıplak soyundum acıdan kederden.
Yazan: Canel
**********************************************************************************
Günün sonunda....
Farkındamısınız artık zaman hızla akıyor. Hani sıkılırsınız ya yaptığınız işten, oynadığınız bir oyundan yada hayattan; bırakmak, biran önce kaçıp gitmek istersiniz ya herşeyden. Sanki dünya da bizden sıkıldı ne olacaksa olsun biran önce bitsin bu oyun der gibi. Haksızda sayılmaz hani. Zaten ne anlamı kaldı ki hayatın evden işeee işten eveeee. Kafada bir milyon hesap kitap onu al buraya ekle bunu al oraya ekle yine olmuyor nasıl yapsam. Sanki olsa ne olacaksa.
Oysaki ne doğan güneşin farkındayız her sabah ne aldığımız nefesin, nede içtiğimiz suyun. Ne arkadaşlarımızın, dostlarımızın, akrabalarımızın, sevgililerimizin ne de çocuklarımızın hani uzayıp gider anlamsızdırda bunları saymak aslında hayatımızdaki herşeyin, hayatın!!! Eee farkında değilsek hayatın; dünya değildir o zaman bizden sıkılan, zamanın su gibi geçmesine neden olan....Eğer ki merak ediyorsak nedenini her günün sonunda aynaya bakmamız yeterli olacaktır sanırım.Saygılarımla
Yazan:Ahmet Fehmi Karaal


BİRAZ İÇİMİZ ISINSIN




4 Şubat 2009 Çarşamba

CANIM OYUN İSTİYOR


Canım oyun istiyor. Hayatın rutin işlerinden sıkıldım. İş, güç, ye, iç ,yat ne bu ya öff.

Canım biraz oyun oynamak istiyor. Aynı çocukluğumdaki gibi, arkadaşlarla sokağa çıkıp geç vakte kadar oynamayı istiyorum. Şimdi böyle oynayamam ama yinede bir şekilde içimdeki çocuğun sesini dinleyip kısa sürede olsa hiç bişey düşünmeden sadece oyun oynamak mutlu olmak istiyorum. Arada yaramaz çocukluğumuzu çıkarıp birazda gam kederi, sorumluluklarımızı bi kenera bırakıp salmalıyız kendimizi oyunun içine. Koşmalıyım, coşmalıyım, bağırmalıyım, kızmalıyım, küsmeliyim içimdeki çocuktaki tüm duyguları son damlasına kadar kullanmalıyım. Sonrada bunların yerini rahatlık, huzur, heyecan, mutluluk, samimiyet alınca artık oyunu bitirip yine rutin hayatıma dönebilirim.


Arada yapacağım bu oyun sadece içimdeki çocuğu değil, dıştan görünen beni, çevremdeki herkesi, her şeyi daha mutlu etmem ve mutlu olmam demek.
Yazan: Adsız

2 Şubat 2009 Pazartesi

GERİDE BIRAKTIĞIMIZ İZLER


Yukarıda yer alan fotoğrafı “Dualarım sizinle avcılar” başlıklı yazımda bahsettiğim gezi sırasında çekmiştim. Ben ve diğer fotoğrafçı arkadaşımla birlikte karla kaplı asfalt yolda ilerlerken yol üzerinde bir çok hayvana ait ayak izleri vardı. Bu izlere dikkatlice bakıldığında izlerin birbirinden farklılık gösterdiği anlaşılıyordu. İzlerin şekli hangi canlının oradan geçtiğini gösteriyordu. Yani her iz o canlının kimliği hakkında bilgi veriyordu. Hatta bu konuda tecrübeli arkadaşlarım, (bunlar avcı olanlar) bu canlının ne kadar zaman önce oradan geçtiğini de anlayabiliyordu. Eski ve yeni izler birbirinden farklıydı.


Diğer canlıların bıraktıklarına ilave olarak bizde orada ayak izlerimizi bırakıyorduk. Bizim izlerin şekline bakarak ne zaman, ne biçimde ayakkabı giyinmiş, hangi cinsiyette insanların geçtiğini ve izlerin takip edilmesiyle ne maksatlı oraya geldiğimiz zorlamada olsa anlaşılabilirdi. Evet, bizde karlara ve dolayısıyla o bulunduğumuz yere bir iz bırakıyorduk.


Yolda başka insanların ayak izleri olmaması bizi bir anlamda gururlandırıyordu. Bazı riskleri göze almış, emekte vererek oraya gelmiş olmamız mutluluk vericiydi. Belki bu açıdan bu gezi bize daha çok keyif veriyordu. Bunu da orada bıraktığımız izlerle belki bizden sonra oraya ulaşabilecek insanlara ve diğer canlılara mesaj bırakıyor, bir çeşit iletişim sağlıyorduk.


Yürüyüşümüz 2-3 saat kadar sürmüştü. Öğle saatlerine doğru hava ısınmaya başlamıştı. Yol üzerindeki karlar erimeye başlamış, arkadaşımla beraber daha önceki bıraktığımız izlere ters yönde basarak, biraz da oyun yaparak geri dönmek için yola koyulmuştuk. Benim giderken bıraktığım izlerin karın erimesiyle kaybolmaya başladığını farkettim. Sonra düşündüm. Tıpkı diğer canlıların izlerinin kaybolması gibi ayak izleri de yok olup gidiyordu. Oysa onların ne tür canlı olduklarını, kaç çeşit olduklarını, orada neler yaptıklarını o izlerden anlamıştık. Bu çok güzel bir duyguydu. Ama güneş izlerimizi alıyordu. Varlığımızı gösteren kalıntılar yavaş yavaş gidiyordu. Sonra tamamen kaybolacaktı izler, varlığımızı gösteren hiç bir işaret olmayacaktı. Oraya hiç gitmemiş olacaktık. Güneş ya da esen lodos rüzgarı bizim varlığımızı ya da yokluğumuzu belirleyecekti.




Kardaki ayak izleri yaşamdaki bıraktığımız izlere ne kadar çok benziyor değilmi?. Ya orada hiç yoksun, yada izlerini kar üzerine bıraktığın için, güneş veya lodos gibi olaylar kısa bir süre sonra izini ortadan kaldırıyor. Sonra...


Varmıydın, yokmuydun....



Yaşama hiç silinmeyecek izler bırakmanız dileğiyle......

IŞIĞIN BIRAKTIĞI GÖLGELER




ÖNCESİNDE VE SONRASINDA ÖLÜM


Verilenler geri alınmak için veriliyordu. İmtihan dünyası ya da yalan dünya diye nitelendirdiğimiz yaşam aslında geçici bir hevesti. Bunu o yaşarsam dayanamam dediğim duyguda çok iyi anladım…

Arkadaşlarım babalarını, annelerini, kardeşlerini ya da yakınlarını kaybediyordu. Ve sonra hayatı kaldıkları yerden devam ediyordu. Oysa ben hiç yakınımı kaybetmemiştim. Her gece yatarken bunları düşünüp, her sabah kalktığınızda bu düşüncelerle yola çıkarsanız hayat çekilmez bir hal alıyordu. Dayanamam ben yapamam, nasıl dayanılır, nasıl başarılır derdim hep. Allah’ım benim ailemden önce ben öleyim derdim. Ne bencil bir istek ama değil mi? Ben öldüğümde onlarda aynı şeyi hissetmeyecek miydi?

Okula geç kaldığım bir gündü. Telaşlıca evden çıktım. Yüzümü kurulamak için dolabı açtım, havluyu aldım. Göz göze geldik. Nerden bilirdim ki son bakışlarıyla karşı karşıya olduğumu. Dönüp bakmaz mıydım bir daha, sarılmaz mıydım doya doya? Bilmiyorsun işte yapamıyorsun. Pişmanlıklar peşini bırakmıyor. Okula telefon etmiş annem. Kızımı acil eve getirin diye. Okulun servisiyle eve bıraktılar beni. Komşu kızları sokak kapısında servis bekliyor. Ne oldu dedim cevap yok. Anladım ki bir şey olmuş. Okul çantamı atıp asansörle eve çıktım. Ne kadar yüksek bir yerde oturuyormuşuz meğer. Asansör ne kadar yavaşmış. Asansör işte ya hepsi aynı. Sonra kapımız sonuna kadar açık ve karşı komşunun kapısının önüne kadar ayakkabıyla dolmuş. Nolduki? Kim öldü dedim ilk? Allah’ım eksikliği hissedemiyorum. Herkes karşımda. Dört kardeşim, annem… Babamda bir yerdedir. Hasta değil ki. O baba. Sapasağlam. Hapşurmadı bile. Öyle değilmiş işte. Sonra annem yanıma geldi. “Kızım ben size demez miydim bu dünya gelip geçici ve imtihan dünyası. Eğer ben bir anneysem bunu size anlatmayı başarmış olmam lazım. Ve başardığıma inanıyorum.” Evet, annem başarmıştı. Allah ta sabrını vermişti. Allah bizi bizden iyi düşünüp, bizi bizden iyi bilir. Derdi ve sıkıntıyı da sevdiğine verir. Biliyorum. Babamı kaybettiğimden sonraki süreçte ise… Nasıl ayakta kalınır, nasıl babamın verdiği eğitimle hayat sürdürülür bunları düşünüp uyguladım. Ona layık bir evlat olmaya çalıştım. Mezarının başına gittiğimde yine gözyaşlarımı tutamadım. Tutmamada gerek yok zaten. Benimde yeni kayıplar verme korkularım oldu. Her sabah evimizin kapısını çekerken ya döndüğümde ailemden birini kaybedersem korkusuyla yaşadım. Akşam eve geldiğimde hepimizi bir arada görünce yine sevindim. Ama hayat korkularla yaşanmıyor anladım. Koskoca dünyada her şeye sahip olabilirsin ama bir canın bekçisi olamazsın onu anladım. Siz yanlarında olsanız da olacak olur, olmasanız da. Bize düşen sadece Allah’a teslim olmak. Diretmeyin. Hiçbir şeyi iyi ya da kötü düşüncelerle yönetemezsiniz. Bu sadece kendini yıpratmaktır. Ömür yasla geçmez. Hayat öyle bir trafik ki olan olur, giden gider, trafik kaldığı yerden devam eder. Siz sadece kırmızı ışıklara takılmayın yeter.

Kayıpları kaybettikten sonra yine dönüp dünyaya gülücükler sallıyorsunuz merak etmeyin. Ölümün bir son değil, yeni ve uzun bir yaşamın başlangıcı olduğunu bilirseniz dayanmanız daha kolay olacak bilesiniz.

Yazan: Yağmur

1 Şubat 2009 Pazar

DUALARIM SİZİNLE AVCILAR







Dün arkadaşlarla beraber kendimi çok iyi hissettiğim, doğa ile baş başa kalabildiğim, şehrin hengamesinden uzaklaşabildiğim dağlara gitme şansını yakaladım. Daha önce aynı mekana gitmiştim . Bu nedenle aynı yere gitmiş olmanın verdiği isteksizlik söz konusuydu. Verdiğim sözü tutmak amacıyla düştüm yollara.

Yola henüz çıkmıştık ki, yavaş yavaş havaya girmeye başladığımı fark ettim. Hava biraz serin olmasına rağmen güneşin sıcak ve aydınlık yüzü sımsıcak yapıyordu içimizi. Doğaya çıkmış olmak özellikle de ileride sıra sıra görülen karlı dağlara bakmak heyecan veriyordu bana. Benim heyecanım pamuk gibi görünen kardan ve oraya gitmek için çokta uygun olmayan bir araba içerisinde olduğumuzu düşünmekten kaynaklanıyordu. Korkuyordum yani.

Arabada doğa sever 2 avcı, 2 de avcılığa şiddetle karşı olan fotoğrafçı vardık. Avcı arkadaşların ne kadar tavşan yada başka bir hayvanı vuracakları muhabbeti, açıkçası içimde kötü duygular oluşturmaya başlamıştı. Fotoğrafçılar olarak, avcıları biraz etkiler miyiz, sadistçe bulduğumuz bu eylemlerinden vazgeçirebilir miyiz düşüncesiyle, hayvanların vurulmasına üzüldüğümüzü içeren konuşmalar yaptık. Sonuç ısrarla negatifti. Daha önce de benzer konuşmalar yapmış olmamıza rağmen, faydası olmadığını ve onları kararlarından vazgeçiremeyeceğimizi bildiğim için, bu konuşmamızı çok ta fazla uzatmamaya çalıştım.

Dağların eteklerine yaklaştıkça kar ile buluşmaya başlamıştık. Yol aldıkça da kar miktarı artıyordu. Kimi yerlerde patinaj yapıyor, kimi yerlerde de hafif kaymalar yaşıyorduk. Özellikle gitmeyi çok istediğimiz yere çok az kalmıştı ama yoldaki kar miktarı bizim arabamızın aşabileceği seviyeden çok daha fazla olmaya başlamıştı. Arabadan inip, arabanın motor ve tekerleklerine faydası olsun diye itme çabalarına başladık. Buna rağmen biriken küçük kar taneleri, aşamayacağımız engelini koymuştu önümüze. 3-4 defa gelgit yaptık olmadı. Bunun üzerine B planına geçtik. Arabayı orada bırakıp, bir ardıç ağacının altında sabah kahvaltısı yapacak, sonra gitmek istediğimiz yere yürüyerek gidecektik. Manzarası güzel olan bir ağaç altını tercih ettik. Vadiye bakan tepelik bir yerdeki bir ardıç ağacı altında, karlar üzerindeydik, Kayseri'den bir arkadaşımın gönderdiği sucuklarla yaptık kahvaltımızı. Manzara öyle güzeldi ki, insana bundan daha ötesi olamaz dedirten cinsteydi.

Kahvaltı bitince fotoğrafçılar fotoğraf karelerinin, avcılar da av hayvanlarının peşinde koşacaklardı. Yapmayın etmeyin dedik ama nafile. Vuracaklardı küçük, minicik tavşanları, ihtiyaçları olmamasına rağmen. İstemiyordum onları vurmalarını. Dinlemediler, yoldan ayrılıp karlar üzerinde iz yapmış olan tavşanları takip etmeye başladılar. Bende hem içimden defalarca, hem de onların duyabileceği şekilde dua ettim. "İnşaallah Vuramazsınız"... diye.

Karlar altında kalmıştı her şey. Doğa en güzel slayt gösterisini yapıyordu bize. Bu bana daha önce yaptığım bir slayt gösterisini hatırlattı. Bu gösterimde Kitaro'nun Silk Road adlı nefis eserini fon müziği olarak kullanmıştım. Cep telefonumda kayıtlı bu müziği açtım, bu sefer doğanın yaptığı slayt gösterisinde fon olarak kullandım. Eski ama güzel bir anımla beraber, nefis manzara da yeni fotoğraflar çekerek ilerliyorduk arkadaşımla.
Avcı arkadaşlarla buluşacağımız yere yaklaştık. O zamana kadar tüfek sesi hiç duymamıştık, bu da avcı arkadaşların tavşan göremedikleri anlamına geliyordu. İçten içe seviniyordum. Onlarla buluşunca gerçekten de hiç tavşan görmediklerini söylediklerinde, duamın tuttuğunu düşündük beraberce.

Kızıyorlardı bana, bundan sonraki av gezilerine beni bir daha getirmeyeceklerini söylüyorlardı. Hatta ava geldiklerini dahi söylemeyeceklerdi bir daha. Duyarsam kötü dualarımı ederim diye düşünüyorlardı.
Bende onlara 1 yıl yetecek kadar dua ettim.

Ve bu gezinin en karlı çıkanı, yine gerçek doğa sever fotoğrafçı olan bizlerdik.